Fevzi Günenç
BİR ZAMANLAR “SELE” VARDI
Yayınlanma:
Güncelleme:
Buzdolabının doğmuş olmasına karşın, daha yakın bir zamana kadar sele, yaşamını korudu. Nedeni ise henüz kırsal kesimlerimize elektriğin ulaşamamış olmasıydı.
Söğütten yapılan, kocaman bir kazanı andıran sele, taze söğüt dallarından örülerek yapılırdı. İki türü vardı bunların. Bir türü üzerinde yufka etmek pişirilen sac büklüğüne yakın olurdu. Tavana asılmış olarak dururdu. Pişirilen yufkalar bunların içine konurdu.
Söğüt deyip geçmeyin. Yaman bir ağaçtır söğüt. Aspirin bu ağacın dallarının kabuğundan ve yapraklarından elde edilir. 3500 yıldan beri tıpta yararlanılan ve dedesi söğüt olan aspirinin kanı sulandırarak ve pek çok hastalığın iyileştirilmesinde kullanıldığı bilinir.
Bilinir bilinmesine de, onun aciz kaldığı rahatsızlıklar da yok değil hani. Örneğin geçim sıkıntısı. Yetkili amcalarımız memuru, emekliyi çocuk sanıyor. Kolayca kanar bunlar nasıl olsa diye düşünüyor. O nedenle de enflasyon yüzde üç oldu, beş oldu. Bu fark maaşlara da yansıyacak, diye bizi avutuyor.
Yansıyacak da ne zaman yansıyacak? Ocak ayında. Peki o zamana kadar geçen zaman içindeki fiyat artışlarından etkilenmek zorunda kalan yurttaş ne yapacak?
Onun da kolayı var canım. Marketten, bakkaldan alış veriş yamasın. Gitsin pazara, her zaman bir kilo aldığı yiyeceklerden yarım kilo alıversin, olur biter.
Hatta geçimin daha kolay yanı da var. Gün boyu hiç alış veriş yamasın yurttaş. Akşamı, pazarın dağılmasını beklesin. Pazar dağılırken pazarcılar artık-urtukları bırakır gider. Çöp derler buların adına. Ama çöp deyip geçmeyin. Seçmesini bilirseniz pek ala yenebilecek düzeyde yiyecekler de çıkabilir.
Yaşam bu kadar kolayken bizler huysuzluk edip duruyoruz. Yok efendim enflasyon almış başını gitmiş de… Yok efendim daha dün birim ederi bir olan sebze meyve vb bugün iki üç hatta dört katına çıkmış da. Her şeyi de devletten beklemeyelim vanım. İşini bileceksin, pazardan beleş geçirmeyi öğreneceksin.
Hadimizi aştık galibe. Neyse… Biz yine dönelim düne. Seleden mi söz ediyorduk? Evet, sleden söz ediyorduk. Selenin yapımında kullanılan söğüç dallarından söz ediyorduk. Çocukluğumuzda bizler bunların tıpta kullanıldığını bilmezdik. Ama dallarından çok güzel zilli düdükler yapıldığını bilirdik.
8-12 yaşlarımızda, söğüt ağaçlarına tırmanıp uygun dallardan zilli düdük yapmak başlıca eğlencelerimizdendi. Zilli düdük yapabilmek için kestiğimiz 10 cm uzunluğundaki söğüt dalının yarsının gövdeden zedelenmeden ayrılması gerekirdi.
Buna, söğüdü kabından kavlatma derdik. Kavlatma işini birçoğumuzun yanından eksik etmediği mini minnacık bıçağımızın kemik sapını çekiç gibi kullanarak yapardık. Gaziantep’te bu çakıların en iyisini Kemikli Bedesten’in bitişiğindeki dükkânında Kasım usta yapardı.Çakının çelik bölümüne oyularak Kasım yazısı işlenmemişse, o çakıya çakı demezdik.
Söğüdün kabuğunu yumuşatmak için çakımızın kemikli yanını kavlanacak olan bölüme usul usul vururduk. Söğüdün düdük yapacağımız bölümünü sever gibi kavlatırdık. Bu işi yaparken ona türkü bile söylerdik:
“Anan haca gitti/Baban saca gitti/Sen de kavla/Sen de git…”
Söğüdün marifetleri bitti mi? Bitmedi. Dere kenarlarında kendiliğinden yaşama tutunarak büyüyen söğüt ağaçları sıcak yaz günlerinde koyu gölgesine sığınan sahrecilere en makbul serinlenme yeri olurdu.
Sadece insanlar mı, öküzler ve mandalar da yararlanırdı söğüdün gölgesinden? Ancak bir farkla: İnsanlar çimen kaplı toprak üstünde, hayvanlar şırıl şırıl akıp gitmekte olan derenin suları içinde serinlerdi.
Sadi Yaver Ataman’ın konuyla ilgili türküsünü bilirsiniz. Komiklik olsun diye söylenmiş sanırsınız bu türküyü. Oysa gerçekle bire-bir bağlaşan anlamı vardır. Eskiden, henüz traktör, pulluk, biçerdöver vb yokken, çiftçiler tarlalarını öküzlerin çektiği karasabanla sürerlerdi.
Çift sürmeye götürülürken ahırdan çıkartılan öküzün yemlenmesi için zaman yoktur. bu nedenle varılmak istenilen yere gidilirken yolda öküzler boyunlarına asılı torbalardaki yemler ile karınlarını doyururlar. Ancak yolda giderken torba öküzün boynundan sarkar, öküz yeme ulaşamaz olur. Torbanın düşmesi denir buna.
“Sabahleyin erken çifte giderken/Öküzüm torbadan düşmüş, gördün mü?” diyerek sizi şaşırtır Sadi Yavur Ataman da.
Mandanın ise derisi tüysüz olup dış zararlılara, özellikle de sineklere karşı korumasızdır. Manda, dere yatağına kadar yayılan salkımsöğüt dalları arasına yatak hem serinler hem de sineklerden korunur.
“Manda yuva yapmış söğüt dalına/yavrusunu sinek kapmış gördün mü?”
Mandanın yavrusu annesi kadar iyi kuyruk sallayıp sinekleri kovalayamadığı için söğüt dalları o muzur yaratıklar dan korunamaz; sinek de kedilerini kapar yani ısırır.
Biz yine dönelim sele’ye. Haftalık ya da aylık olarak pişirilen yufkalar bunun içine konurdu. Gerektiği zaman gerektiği kadarı alınırdı. Avuca doldurulan su beş sarmağın arasından geçirilerek kurumuş olan yufkanın üstüne serpilirdi. Bunun ardından sofranın içinde beş on dakika dinlenmeye bırakılan yufkalar, yumuşayınca yemeye hazır olurdu.
Tavana asılan ekmek seleleri de ne yazık ki yeterince koruyamazdı o kuyruklu iğrenç kemirgenlerde. Yerçekimi yasasına meydan okuyan bu zararlılar duvara tırmanır, tavanda, seleyi tutan ipin üstünde akrobat gibi yol alırdı.
Yere yüzükoyun kapatılan seleler daha genişçe olurdu. Yoğurt, süt, tereyağı, yumurta, kavurma et, bir gün önceden kalmış yiyecekler vb bunların altına konularak sözüm ona koruma altına alınırdı.
Hırsıza nasıl ki beyler bile borçluysa, bu zararlılara karşı alınan sele önlemi de pek işe yaramazdı. Yere kapatılan selenin içine girmek için köstebek olmaya gerek yoktu. Bu kadarcığını her türlü zararlı da yapabilirdi.
Neyse ki geçen zaman içinde teknoloji olanaklarını artırdı. Elektrik köylerimize dek ulaştı. Seleler alıp başını bilinmeze doğru uzaklaştı. Onların yerine bir kral edasıyla buzdolapları gelip oturdu. Nostalji meraklılarının ise artık keyifle: “Güle güle sele! Hoş geldin buzdolabı!” demekten özge yapacak bir şey gelmeyecekti ellerinden.
Ah, bir de şu geçim sıkıntısı olmasaydı…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.