BAY ŞAFAK ÖYKÜLERİ: 9

BAY ŞAFAK ÖYKÜLERİ: 9   Dayım, güzel dayım yoksul mu düşmüştü. Artık kent pazarlarından meyve alıp taşıyamıyor muydu geleceğin kurtarıcısı küçük askerlerine? Yanına sokuldum. “Ne düşünüyorsun Başkomutanım?” diye sordum. Acı acı güldü. Bu iş böyle olmayacak yeğenim,” dedi. “Hangi iş dayı?” “Taşıma suyla değirmen dönmez. İnsanlara balık vermeyeceksin, balık tutmayı öğreteceksin.” “Ne demek şimdi bu dayı?” “Çocuklara haftada bir iki-üç sandık portakal taşımayla yürümez bu gemi.” “Nasıl yürür ya dayı?” “Bu köye o meyvelerin ağaçlarını dikmek gerek. Çocuklar dallarından meyveler sarkan ağaçlara tırmanmalı, koparıp koparıp yemeli. Sayısı olmamalı çocuklara verilecek meyvelerin. Doyuncaya kadar yiyebilecekleri çeşit çeşit meyveleri olmalı.” “Peki nasıl olacak bu?” “Bir yol var ama başarabilir miyim bilmiyorum.” Sözünün gerisini getirmesini bekledim. Bir tek sözcük daha etmedi. Düşüncelerinin içine daha da gömüldü. Birkaç gün sonra bir kamyon geldi köye. Hamo’nun yolcuları, yükleri taşıdığı kamyon değildi bu. Siyah bir plakası vardı. Şoför mahallinin kapısında “Zirai Donatım Kurumu” yazılıydı. Dayım kamyonun üzerinde, muzaffer bir komutan gibi gülümsemekteydi. Kamyon gelip harman yerinde durdu. Şoför mahallinden iki işçi indi. Bunlar kamyonun üstüne tırmandılar. Oradaki fidanları aşağıya atmaya başladılar. Dayım durmadan uyarıyordu onları: “Aman ha gardaşlar, yavaş bırakın fidanları yere. Zedelenmesinler. Sonra tutmaz olurlar. Büyümez olurlar. Meyve vermez olurlar. Çocuklarım da doyasıya yiyemez olur bunların vereceği meyveleri.” “Tamam Şafak ağa, tamam diye gülümsüyor, yine bildikleri gibi bırakıyorlardı fidanları yere. Kamyon boşaltılınca içindekiler dayımla esenleşti. Dayım: “Bu akşam burada kalak(*)” dedi.  Teşekkür ettiler. “Kamyon devlet malıdır,” dediler. “Emanettir, bir an önce sorumlusuna teslim etmemiz gerek.” Gaza basıp gittiler. Meraklı köylüler yerdeki fidanların başına toplanmış, ölü bir yaban hayvanına bakar gibi bakıyordu. “Bu ne lan Şafak?” diye soranlar oldu. Onlara yanıt vermedi. Gözleri kalabalığı taradı. Aradığını buldu.Köyün kiziriydi bu. “Şerif!” dedi. “Git muhtarı çağır, buraya gelsin.” Az sonra yanlarındaydı dayımın ihtilalle deviremediği muhtar eniştesi. “Ne o Şafak, yine ne var? Hayır mı, şer mi?” “Hayır muhtarım, hayır. Hem de çok hayır.” Yerdeki fidanlara gözünü dikmişti Muhtar. “Nedir bu çubuklar?” diye sordu “Onlar çubuk değil, meyve fidanları.” “Ne olacak bunlar?” “Dikilecek.” “Kim dikecek bunca fidanı ki?” “Köylülerimiz… Şimdi sen kizirine buyruk ver. Çağrı yapsın. Köyde ne kadar aile reisi varsa buraya gelsin.” “Ne yapacaksın onca köylüyü Şafak?” “Sen çağır enişte. Gerisini bana bırak.” Onun duraksadığını görünce sözlerini sürdürdü Şafak dayım. “Yeni bir ihtilal istemezsin herhalde köyde enişte. Hem bu seferki öyle kansız da olmaz.” “Hastir!” diyecekti muhtar. Ağzına kilitledi sözünü. “Bu deliyle uğraşmak olmaz,” diye düşünmüş olmalı ki, kizirine buyurdu. Git çağır hele. Gelsin köyün bütün aile reisleri.” Kizir biraz sonra dayımın öğrettiği duyuruyu çağırmaya başlamıştı bile. “Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin!...” diye bağırarak yanımızdan uzaklaştı. Çok geçmeden üçer beşer döküldü köylüler. “Buyur Şafık ağa,” dedi içlerinden biri. “Yeni deliliğin pardon yeni buyruğun ne?” “Arkadaşlar,” dedi. Bu yerde gördükleriniz kiraz, yeni dünya(*), ceviz, fıstık, zeytin, içi dışı tatlı(**), nar fidanları. Her demette eşit olarak her tür fidan bulunuyor. Bunlardan isteyen birer demet, isteyen ikişer üçer demet alıp, bağına bostanına dikecek. Bu fidanlardan kimi bir iki yılda kimi uzun yıllar sonra meyve verir. Her iki halde de çocuklarınız ya da torunlarınız bunların meyvelerini yer, size dua eder.” “İyi de Şafak…” dedi Muhtar; “Bizim köyde bu fidanlar yetişmez ki.” “Nereden biliyorsun yetişmeyeceğini enişte?” “Yetişseydi atalarımız dikerdi.” “Atalarınız akıl edemediler diye aynı akılsızlığı siz de sürdürecek misiniz? Ben köyümüzün çeşitli yerlerinden toprak örnekleri aldım. Bunlar ziraat dairesinde incelendi. Verdikleri rapor şöyle: “Bu topraklarda her şey yetişir.” Bunun üzerine onlardan çeşitli meyve fidanları istedim. Esirgemediler. İşte o fidanlar şu anda ayaklarımızın ucunda. Koskoca devlet yalan söyleyecek değil ya. Mühendislerine boşuna maaş vermiyor. O mühendisler de ‘bu topraklarda her türlü fidan yetişir,’ dedi. Buyurun sizler de yetiştirin. Yok ‘ben yetiştirmem’ derseniz, o zaman ben size zorla yetiştirtmeyi bilirim.” Elinde bir nar çubuğu varmış. O zaman ayrımsadık. Çubuğu havada şöyle bir vınlattı. “Bu çubuğun sırtınıza, kıçınızda inmesini istemezseniz hemen kapın birkaç demet fidan: köteğimden (***) kurtulun.” Kalabalığın içinden iki kadın öne çıktı. Nazey bibi(****) ile dul kadın Gülüş ablaydı bunlar. Eğilip ikişer demekt fidan aldılar. Onları gören köylülerden kimi istekle, kimi isteksiz fidan demetlerinden birer ikişerini kucakladı. *** O tarihten sonra benim yolum ırak kentlere düştü. Ardan yıllar geçtikten sonra geri döndüğümde ilk işim Şafak dayımı aramak oldu. Oğlunun evine telefon ettim. Karşıma dayımın gelini çıktı. Gelin hanıma Şafak dayımı sordum. “Başın sağossun” dedi. Vurulmuşa öndüm. Demek yaşamını yitirmişti o güze insan. “Dayımın fiidanları ne oldu?” diye sordum, ağlamaklı. Tatlı tatlı gülüşü duyuldu telefonun öbür ucundan gelinimizin. “Kayınbabam ölünceye kadar köylülerin peşini bırakmadı. Fidanları diktirdi, sulattırdı, gübrelettirdi, çapalattırdı, aşılattırdı. Fidanların çoğunu kendi aşıladı. Aşı yapmayı önce kendi öğrendi, sonra Sarıtlılar’a da öğretti.  Kocaman ağaç oldu fidanların hepsi de. Pek çoğu meyve veriyor artık. Ağzından bal akıyordu sözünü sürdürürken. Köylüler, Şafak babama bin bir dua ediyorlarmış şimdi. ‘İyi ki bizi döve döve yetirttirmiş bu ağaçları,’ diyorlarmış. ‘Toprağı bol olsun. Işık yağsın mezarına’ diyorlarmış. Sevindim. *** Nereden akıma geldi şimdi çocukluğumun o arı duru yaz serüvenleri? Aradan ne uzun zaman geçti... Aramızda değil artık bu serüveni yaşayanlardan hiç biri. Sizden özür diliyorum Şafak dayı, Gülçimen abla, Gülümay, Semiye… Senden de özür diliyorum ede. Sizlerden de özür diliyorum mareşal dayımın minik subayları… Hepiniz göçüp gittiniz bu dünyadan. Bana sadece anılarınızla acılarınız kaldı. Sanki her birinizin biraz ömründen çalıp kendi ömrüme katmışım gibi üzülüyorum şimdi. Yazlarımın güzel köyü Sarıt!.. Deringöl’ün yok artık, Perişan’ın gölü yok, Yağlıpınar’ın Soğuk Pınarın yerlerinde yeller esiyor. Kuruyup gitmiş hepsi. Bütün bunlara karşın, sen şimdi Şafak dayımın, topraklarına armağan ettiği çeşit çeşit meyve ağaçlarınla çok daha güzelsin. Ama çocukluğumun o güzel insanları olmadıktan sonra, senin güzelliğin neye yarar ki. (1) çövdürmek: işemek. (2) Kulağasma: “kulak asma”nın yerel söyleniş biçimi; önemsememek, dinlememek. (3) hayma: tarladaki ürünleri bekleyenler için yapılmış derme çatma kulübe (4) buturamak: belaya bulaşacak kadar aşırılıklar yapmak (5) kurumlanan: Gururlanarak kasılan, mağrur. (6)bu akşam burada kalak: akşam yemeğine konuğum olun, yatıya da kalın.  (7) yeni dünya: malta eriği, (8) içi dışı tatlı (kaysı) (9) bibi: hala,, (10) ede: ağabey. SÜRECEK  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Fevzi Günenç Arşivi