BİR KUŞ KANAT ÇIRPAR

BİR KUŞ KANAT ÇIRPAR KİRPİKLERİNDE - 1 Sirkeci Garında indim trenden. Tembel bir kuş gibi sallana sallana günler sonra getirdi beni kara tren. Uçakla gelebilseydim, bir an önce kavuşabilseydim sana… Hayır, yapmadım bunu. Uzun bir tren yolculuğunda yeniden sana koşmamın doğruluğunu ölçüp biçecektim aklımca. Kim bilir kaç akşamüstü bekledin beni Kadıköy iskelesinde? Saydın vapurdan inenleri tek tek. Bekledin tek kişi kalmayıncaya dek; umutla dikerek gözlerini çıkışa. Kaç gün geçti? Kaç vapur yanaştı iskeleye? İçinden çıkan beni göremediğin kaç zaman oldu?.. Bu kez göreceksin ama. Hem de ilk inen olacağım vapurdan. Koşacaksın ellerini açarak iki yana. Koşacaksın onları boynuma dolamaya. Sarılacağım ben de çocuklarımın anasına. “Ağlamışsın sen,” diyeceksin neden sonra. “Yok ağlamadım,” diye ceğim. “Bir kuş kanat çırpmış kirpiklerinde…” Susacağım. O kuşun kanadında gelen mektubunu Hannover’deyken almıştım. Teyzemlerde kalıyordum orada. Adresi nasıl bulduysan, orada kaldığımı nasıl anladıysan, buluşmuştu mektubun benimle. “Ne güzel şeyler yazmışsın,” diyeceğim biraz sonra seninle buluştuğumuzda. “Uzun uzun yazmışsın… Tıpkı askerdeyken benim sana yazığım aşk mektupları gibi.” “Rapunzel”imdin benim. Evinizin terasına çıkarak çıkarırdın mektubumu zarfından. Oradan sallandırırdın aşağıya. Birbirine ulanmış sayfaların ucu kaldırımla buluşurdu…” “Sen bizi seversin, çok seversin…” diyordun mektubunda. “Sevmeseydin ceketini alıp gittiğin gün bulutlar ağar mıydı gözbebeklerine? Oğlumuzla kızımız derin uykularındaydılar o saatte. Biliyordum, onları son bir kez öpebilmek için çıldırıyordun. Ama kıyamadın. Uyanırlar, diye korktun. Uyanırlarsa onlarla nasıl vedâlaşabileceğini bilemiyordun…” “Sahi?..” diye sormuşsun, mektubunda, “Niçin ayrıldık biz?” Anımsamaya çalışıyorum… Eminönü Kadıköy vapurundayım şimdi. Gülcemal mi yine vapurun adı? Martılar uçuşuyor yine tepemde. Seninle o ilk kısa vapur yolculuğumuzda tanık olduğumuz, gözlerimizle sevdiğimiz gibi sevdim yine onları. Anımsıyorsun değil mi? Haydarpaşa’da inmiştik trenden. Eminönü’ne geçecektik. Güvertedeydik. Delikanlılarla genç kızlar ellerindeki simitlerden kopartarak parçalar atıyorlardı martılara. Martılar havada kapıyordu atılan simit parçalarını. “Simiiit…” diyen bir ses duymuştuk kulağımızın dibinde. “Biz de simit alalım,” demiştin. Almıştık. Biz de simitlerimizden koparıp koparıp parçalar atmıştık. Martılar onları havada kaparken ne güzel sevinç çığlıkları atmıştın sen. “Kavga etmiştik sanırım…” diye yanıtlayacağım sorunu. “Dünyada kavga edecek o kadar çok insan varken, neden kavga etmiştik ki biz birbirimizle?” “İn artık yakamdan, yeter!” demiştin. Çok gücüme gitmişti bu sözün. Meğer ne kadar çok alınganmışım o zamanlar. “İnmiyorum işte! Seni o kadar çok seviyorum ki, memleket seçtim yakanı kendime…” diye espri yapar, güldürebilirdim seni. O zaman aşkla sarılırdık birbirimize. Ayrılık filan da olmazdı. Böyle yapmamıştım. İçlenmiştim. “Peki öyleyse,” demiştim. “İniyorum yakandan.” Ceketimi alıp çıkmıştım evden. O akşam kim bilir ne çok beklemiştin yolumu. Gelmemiştim. Çalıştığım gazetenin arşivinde yatmıştım. Odada koltuklar, kanepeler vardı ama eski ciltlerinin, kitapların, iade gazetelerin arasında yatmayı seçmiştim. Kaç gün sonraydı? Duruşmamızda buluşmuştuk. Sanki ayrılan bir karı koca değil de, buluşan iki sevgili gibi gülümsüyorduk uzaktan birbirimize. Yargıç tuhaf tuhaf bakıyordu yüzümüze. “Hiçbir askerin savaşa, ölüme böyle gülerek gittiğini görmedim…” diyordu bakışlarıyla. “Danışıklı boşanma olmasın bu. İcralık filan mısınız? Birbirinize öyle sevgiyle bakıyorsunuz ki…” Susuyorduk. Tanıklarımız öğrettiğimiz gibi oynamışlardı rollerini. Senin tanığın: “Bu adam hayırsızın, ayyaşın tekidir,” demişti. “Bir günden bir güne evine, içinde iki kilo portakal olan bir kesekâğıdı bile getirmemiştir. Sabaha karşı gelmiştir hep eve. Zil zurna sarhoştur bu gelişlerinde de.” “Kadını ise sevecenlikle dolu bekler onu. Koltuğunun altına girer, yıkılacak haldeki bu mumyayı; yatağına götürür bin bir güçlükle. Uyuyuncaya kadar da durmaz dili bu adamın. Küfrün bini bir para…” “Kadın dayanamayıp hıçkıracak olsa, vurur yumruğu burnuna. Kaç gece yarısı burnundan oluk gibi kan akarken yetiştik karımla ben, onun duyduğumuz hıçkırıkları üzerine…” “Aynı apartmanda oturuyoruz ya. Duvarları öyle ince yapıyor ki şimdiki müteahhitler, bağışlayın fısıldaşsalar duyuluyor. Rahmetli karım sağ olaydı da anlatsaydı. Ağzına geleni söylerdi kadıncağıza bu adam.  Ben kadını olsam bin kez boşamıştım bunu şimdiye.” Yargıç dudaklarını büzmüştü. Benim tanığım daha da coşmuştu. Ev sahibimiz Kadriye hala… Yıllanmış duldu kendisi de. Çok iyi biliyordu dulluğun hallerini. “Annesi yaşındayım onun… diye başlamıştı söze. “Kızım, derdim ona hep; bir kocan olsun da çamurdan olsun. Dulluk arabacılığa benzemez. Doğduğuna pişman eder çevrendeki erkekler seni. Kasaptan alınacak et gözüyle bakarlar sana. Hem de bedava dağıtılan et… İt mi söylüyor, Emir Gazi mi? Şimdi bir kulağından girer öbüründen çıkar söylediklerim. Ama gün olur ayrılığa neden olacak acı bir sözün, her gününü zindan eder sana.” Sürdürüyordun mektubunda “Sen bizi seviyorsun”larını. “Televizyon yayınları yapılmaya başladığında, ilk televizyonu olanlardandık. O gün çocukları avutuyordum. ‘Bakın,’ diyordum onlara. ‘Şimdi bir taksi duracak kapımızın önünde. Baban inecek içinden. Kucağında bir televizyonla…’  SÜRECEK  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Fevzi Günenç Arşivi