Fevzi Günenç
Bay şafak öyküleri: Köyde devirim 2
Yayınlanma:
Güncelleme:
İsteyip de kendisinin yapamadıklarını oğlunun yaptığını görmek mutlu bile diyordu galiba onu.
Şafak dayıma göre köylü çocuklar yeterince beslenemiyorlardı. Köyümüzde incir, üzüm karpuz, acı çekirdekli zerdaliden özge meyve yetiştirilmiyordu. Oysa çocukların beslenmeleri için türlü çeşitli meyveler yemeleri gerekiyordu.
Onların beslenme konusu anne-babalarının umurunda değildi ama Şafak dayımın umurundaydı.
Bu düzen hep böyle gitmeyecekti. Yarın bir gün bütün dünyanın başına jandarma kesilerek güçsüz bulduğu ülkeleri istila edip yer altı, yerüstü kaynaklarına el koyan egemen güçlere kafa tutulacaktı elbet.
O zaman, beslenmeden büyüyen bu çocuklar o zalim istilacılara nasıl karşı koyacaklardı?
Düşüncelerinin sonucu olarak köy çocuklarının beslenmesini gönüllü olarak üstlenmişti Şafak dayım. O nedenle sık sık kente gider, elindeki avucundakini harcar, pazarlarda ne bulursa kamyona atar kasa kasa meyve taşırdı köye.
Çocukların, kamyondan indirilen meyveleri talan edercesine yemelerine bayılırdı dayım.
“Yiyin askerlerim, yiyin,” derdi onlara. “Yiyin de gürbüzleşin. Gürbüzleşmezseniz baş edemizsiniz yurdumuza göz dikenlerle.”
Köydeki bütün çocuklar severdi onu. Sadece benim Şafak dayım değildi; bütün köy çocuklarının Şafak dayısıydı o. Onun bizi yaptırdığı askeri tatbikatmlar bizim oyunumuzdu.
Bu işi çok anlamsız bulan köyün erkekleri:
“Kafayı yemiş bu adam…” diye gülerdi ona. Dayımın anası Mihriban ninem ise oğluna engel olamayacağını artık iyice anlamış olmasına karşın homurdanıp durmaktan geri durmazdı.
Kamyonun kentten köye gelmesini sabırla beklerdi Sarıt’ın çocukları.
O akşam, köyün tek ulaşım aracı olan Hamo’nun kamyonunu karşılayan onlarca çocuk arasında ben de vardım.
Kamyon, Yağlı Pınarın başında durup da kasalar yere indirildiğinde çocukları görmeliydiniz. Nasıl da saldırmışlardı gelen meyvelere…
Günün ganimeti kanlı portakallardı. Çocuklar portakalları nerdeyse soymadan yiyip yutuyorlardı. Dişleri makineli tüfek gibi takır takır işliyor, inip inip kalkıyordu. Portakallar avurtlarını doldurmuştu her birinin. Dudaklarının kıyısından yedikleri portakalların kırmızı suları akıyordu.
Dayım onları keyifle izliyordu. Bir ara gözü bana ilişti.
“Sen niçin yemiyorsun yeğenim?” diye sordu.
“Ben portakalı sevmem dayı…” dedim yarım ağızla.
Oysa severdim. Can atıyordum o kanlı portakallardan birini ele geçirmeye. Yarı soyulmuş, yarı soyulmamış halde, dudaklarımın kıyısından kan rengi sularını akıta akıta dişleyerek yalayıp yutmayı benden çok isteyen yoktu belki onları.
Ne var ki, kalabalığın içine dalmayı göze alamıyordum.
Dayımsa yanlış yorumluyordu durgunluğumu.
“Tabi canım…” diye sitem ediyordu bana. “Kent çocuğusun sen. Yafadan aşağısı idare etmez sizi. Doygunsundur portakala hem. Kim bilir neler yiyorsunuzdur kentte daha siz. Muzular, armutlar, ayvalar, elmalar şeftaliler…”
Bir an dalıyor sonra sürdürüyordu sözünü kaldığı yerden.
“Muz alamasam bile, armutlardan da, elmalardan da şeftalilerden hatta kirazlardan, kaysılardan da da alırım yavrularıma. Hele şu ekinleri paraya çevirelim…”
Yavrularım dediği köyün bütün çocuklarıydı.
Dayımın sözleri beni tahrik etti. Kartal gibi saldırdım sandıklardan birine. Bir portakal kaptım. Tırnaklarını kabuklarına geçirdim. Ağzıma götürdüm, sularını akıta akıta çiğnemeye başladım …
Şimdi gülüyordu dayım.
“Aferin ula yeğenim. Ye ye… Kentte eline geçmez böyle kanlı portakallar. Ben bütün hal’i dolaştım da güç bela bulabildim bunları.”
Biraz sonra çoktan geçip gitmiş olurdu Hamo’nun Kamyonu. Kamayonun durduğu yerde, bir yığın portakal kabuğu kalırdı.
SÜRECEK
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.