KÖYDE DEVİRİM -1

  Biz kentte oturuyoruz. Annemin akrabaları köyde yaşar. Her yaz benden küçük olan kardeşlerimle beni köyümüze götürür annem. Orada yaz boyunca kalırız. Annemi, kardeşlerimi bilmem ama ben kırsal yaşamın keyfini fazlasıyla çıkarırım. Köye gittiğimiz son yaz, çok önemli bir olay yaşadık. O kadar önemli bir olaydı ki, bundan daha önemlisi olamazdı herhalde. Bu olayı anlatmayı sona bırakalım da köyde günlerimiz nasıl geçiyordu, önce onu anlatayım size. Köyümüz Sarıt’a gidince, daha ilk günden başlayarak her gün göle giderdik. Teyzelerimin çocukları yaz sıcağında, serinlemek için beni Derin Göl’e, Perişan’ın Gölüne, Mizmiz köyünün dere bendine yüzmeye götürürdü. Mizmiz’in dere bendi epeyce uzakta. Oraya pek gitmeyiz. Derin göl benim gibi 10 yaşındaki bir çocuğa göre değil. En uygunu Perişan’ın gölü. Orada su belimizi ya aşar ya aşmazdı. Gölün kenarına gelir gelmez, hepimiz anadan üryan soyunur, kendimizi suların koynuna atardık. Sözüm ona yüzerdik. Yengeç yavruları gibi çırpınır dururduk aslında. Köydeki arkadaşlarımdan bir ikisi uzun don giyiyor, suya da o uzun donlarıyla giriyorlardı. Bu arkadaşımız suda ıslanan donlarını balon gibi şişirirdi. Şişen don cankurtaran simidi ya da balon gibi suyun üstünde tutardı onları. Şişirilmiş donlarıyla yüzen çocuklara imrenirdim. Benim de böyle uzun bir donum olsun isterdim. Anneme birkaç sefer söyledim ama hiç oralı olmadı. Biz şehirli çocuklar kısacık külotlar giyeriz hep. Köydeki arkadaşlarım benim kısa külotumla alay ederdi. Ben ağlamaklı olurdum. Necip ede beni avuturdu: “Sen bunlara kulağasma(*) teyze oğlu,” derdi. “Onlar kendi kıçlarındakine baksınlar.” Zaten biraz sonra mısır koçanı kopartmak için tarlalara dalınca unuturdum kederlenmeyi. Çekirge gibi dalardık el eminin tarlasına. Mısır koçanlarının en sütlülerini kopartırdık. Bazı arkadaşlar kurumuş “inek, öküz mayıs”ı toplar, bunları bir yerde biriktirir, sonra da onları tutuştururlardı. Çocuklardan birilerinde muhakkak bir kibrit bulunurdu. Sigara içmezlerdi ama kibritsiz de dolaşmazdı köyün çocukları. Öküz mayısında pişen mısırları dişlemeye başlardık. O anda bize sanki dünyada bundan daha lezzetli bir yiyecek yokmuş gibi gelirdi. Başka bir gün bağlara giderdik. O kadar çok üzüm vardı ki, canımız yemek istenmezdi onları. Sadece bir kaç habbe kopartıp tadardık, o kadar. Sıra incir yemeye gelince kimse tutamazdı çocukları. Her biri bir incir ağacına tırmanır, bunların olmuş, ballanmış meyvelerini kopartarak anında mideye indirirdi. Ben de geri kalmazdım bu konuda köyün çocuklarından doğrusu. Karpuz tarlasına gidileceği gün ise keyfime diyecek olmazdı. Bir de şirin, lezzetli olurdu ki Sarıt’ın karpuzları... Necip edenin kemik saplı bir cep bıçağı vardı. Karpuzların en iyisini seçer, kucaklayıp bekçi haymasının(*) altına getirirdi. Orada bunları keser, dilimlerdi. Sıra sularını çenemizden akıta akıta onları yemeye gelirdi. Karpuz tarlasından bir türlü ayrılmak istemezdik. Çünkü karpuzları çokça yediğimizden karnımız küp gibi şişmiş olurdu. Sırt üstü yatar, haymanın gölgesinde uyurduk. Gündüzlerimiz böyle geçerdi ama geceleri da az keyifsiz değildi köyün. O köy gecelerini güzelleştiren ise benim Şafak dayımdı. Bizlere ay ışığında yaptırdığı askeri tatbikatların keyfi benzeri olmazdı. Kentlerde gençler, ülkemiz için kötü niyet besleyen egemen güçlere kafa tutarken o da köyde bu tür eylemleri biz çocuktan askerleriyle canlı tutmaya çalışırdı. Caminin hocası olan dedem kızardı dayımın yaptıklarına ama yine de ses etmezdi ona. “Engel ol şu oğlana. Başıyla buturuyor (**) bu,” diye sızlanan nineme ise. “Bırak…” derdi dedem. “Delidir, ne yapsa yeridir.” BİTMEDİ İsteyip de kendisinin yapamadıklarını oğlunun yaptığını görmek mutlu bile diyordu galiba onu. Şafak dayıma göre köylü çocuklar yeterince beslenemiyorlardı. Köyümüzde incir, üzüm karpuz, acı çekirdekli zerdaliden özge meyve yetiştirilmiyordu. Oysa çocukların beslenmeleri için türlü çeşitli meyveler yemeleri gerekiyordu. Onların beslenme konusu anne-babalarının umurunda değildi ama Şafak dayımın umurundaydı. Bu düzen hep böyle gitmeyecekti. Yarın bir gün bütün dünyanın başına jandarma kesilerek güçsüz bulduğu ülkeleri istila edip yer altı, yerüstü kaynaklarına el koyan egemen güçlere kafa tutulacaktı elbet. O zaman, beslenmeden büyüyen bu çocuklar o zalim istilacılara nasıl karşı koyacaklardı? Düşüncelerinin sonucu olarak köy çocuklarının beslenmesini gönüllü olarak üstlenmişti Şafak dayım. O nedenle sık sık kente gider, elindeki avucundakini harcar, pazarlarda ne bulursa kamyona atar kasa kasa meyve taşırdı köye. Çocukların, kamyondan indirilen meyveleri talan edercesine yemelerine bayılırdı dayım. “Yiyin askerlerim, yiyin,” derdi onlara. “Yiyin de gürbüzleşin. Gürbüzleşmezseniz baş edemizsiniz yurdumuza göz dikenlerle.” Köydeki bütün çocuklar severdi onu. Sadece benim Şafak dayım değildi; bütün köy çocuklarının Şafak dayısıydı o. Onun bizi yaptırdığı askeri tatbikatmlar bizim oyunumuzdu. Bu işi çok anlamsız bulan köyün erkekleri: “Kafayı yemiş bu adam…” diye gülerdi ona. Dayımın anası Mihriban ninem ise oğluna engel olamayacağını artık iyice anlamış olmasına karşın homurdanıp durmaktan geri durmazdı. Kamyonun kentten köye gelmesini sabırla beklerdi Sarıt’ın çocukları. O akşam, köyün tek ulaşım aracı olan Hamo’nun kamyonunu karşılayan onlarca çocuk arasında ben de vardım. Kamyon, Yağlı Pınarın başında durup da kasalar yere indirildiğinde çocukları görmeliydiniz. Nasıl da saldırmışlardı gelen meyvelere… Günün ganimeti kanlı portakallardı. Çocuklar portakalları nerdeyse soymadan yiyip yutuyorlardı. Dişleri makineli tüfek gibi takır takır işliyor, inip inip kalkıyordu. Portakallar avurtlarını doldurmuştu her birinin. Dudaklarının kıyısından yedikleri portakalların kırmızı suları akıyordu. Dayım onları keyifle izliyordu. Bir ara gözü bana ilişti. “Sen niçin yemiyorsun yeğenim?” diye sordu. “Ben portakalı sevmem dayı…” dedim yarım ağızla. Oysa severdim. Can atıyordum o kanlı portakallardan birini ele geçirmeye. Yarı soyulmuş, yarı soyulmamış halde, dudaklarımın kıyısından kan rengi sularını akıta akıta dişleyerek yalayıp yutmayı benden çok isteyen yoktu belki onları. Ne var ki, kalabalığın içine dalmayı göze alamıyordum. Dayımsa yanlış yorumluyordu durgunluğumu. “Tabi canım…” diye sitem ediyordu bana. “Kent çocuğusun sen. Yafadan aşağısı idare etmez sizi. Doygunsundur portakala hem. Kim bilir neler yiyorsunuzdur kentte daha siz. Muzular, armutlar, ayvalar, elmalar şeftaliler…” Bir an dalıyor sonra sürdürüyordu sözünü kaldığı yerden. “Muz alamasam bile, armutlardan da, elmalardan da şeftalilerden hatta kirazlardan, kaysılardan da da alırım yavrularıma. Hele şu ekinleri paraya çevirelim…” Yavrularım dediği köyün bütün çocuklarıydı. Dayımın sözleri beni tahrik etti. Kartal gibi saldırdım sandıklardan birine. Bir portakal kaptım. Tırnaklarını kabuklarına geçirdim. Ağzıma götürdüm, sularını akıta akıta çiğnemeye başladım … Şimdi gülüyordu dayım. “Aferin ula yeğenim. Ye ye… Kentte eline geçmez böyle kanlı portakallar. Ben bütün hal’i dolaştım da güç bela bulabildim bunları.” Biraz sonra çoktan geçip gitmiş olurdu Hamo’nun Kamyonu. Kamayonun durduğu yerde, bir yığın portakal kabuğu kalırdı. SÜRECEK    

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Fevzi Günenç Arşivi