BİR KUŞ KANAT ÇIRPAR

BİR KUŞ KANAT ÇIRPAR KİRPİKLERİNDE - 2   Ne ilginç rastlantıydı o. Aynen öyle olmuştu. “Oysa sen televizyon alacak kadar kazanamıyordun. Öğrendim ki, televizyonun taksitlerini ödeyebilmek için sigarayı bırakmışsın o gün. Bizi sevmesen bunu yapar mıydın hiç?” Sonunda çıkartmıştın ağzındaki baklayı. “Bizi bizi… deyip duruyorum ama asıl beni çok seviyordun sen. Düğünümüzde 1000 kişiye kanıtlamıştık bunu. Ortadaki daracık piste nasıl sığdırabilmiştik Tuna Dalgalarını?.. Biz değildik dönen, imrenerek bizi izleyenler değildi; dünyaydı... Lale Düğün Salonunda yapılmıştı düğünümüz. Meğer ne çok sevenlerimiz varmış. O kadar kalabalık oluşmuştu ki, konukların arasından geçememiş, dondurmaları, gazozları dağıtamamıştı görevliler. Ne çok resmimizi çekmişti Şevki. O fotoğraflara nasıl yansıtmıştı dudaklarımızın kıyısından, gözlerimizin bebeğinden yola çıkan mutluluğumuzu?..” Seninle ilk tanıştığımız gün geliyor gözlerimin önüne. Arkadaşımız Doğan’ın doğum günündeydik. Herkesin partneri vardı, benim yoktu. Boynu bükük bakınıp duruyordum sağa sola. Seni görmüştüm o ara. Gülümseyerek bana bakıyordun. Bir çağrı mıydı acaba bu? Bütün cesaretimi toplayarak yanına gelmiştim. Bana bakmıyordun da ben öyle mi sanmıştım? Ya da öyle olmasını mı istemiştim? Dans önersem kabul eder miydin acaba? O kadar güzeldin ki, büyülenmiştim. Görünmez iyilik perisi itiyordu beni arkamdan. Karşındaydım işte. Genç bir kıza dans nasıl önerilirdi? Diz mi kırılırdı? Eğilinir miydi? Bunları yapamamıştım. Başım önümde, mahcup, ellerimi sana doğru uzatmış: “Bu dansınızı bana lütfeder misiniz?” diye sormuştum. Donup kalmıştın. Ne diyeceğini bilemiyordun. Yanında arkadaşın Aysel vardı. Dürtmüştü seni. “Et kız, et…” Uzattığım ellerime bırakmıştın ellerini. Ellerin o kadar güzel, o kadar sıcak, yumuşacıktı ki… Tuna Dalgalarını seslendiriyordu o sırada pikaptaki plak. Hayatımdaki ilk dansım olacaktı bu. Evde tango, ça ça ça, samba, rumba, vals öğrenmeye çalışmıştım günlerce. “Kendi kendine dans nasıl öğrenilir” kitabı almıştım. O kitaptan evimizin beton avlusuna  tebeşirle dans figürlerine göre ayak izleri çizmiştim. Plaklar edinmiştim. Annemin Süleyman Çelebinin çok plaklı mevlidini dinlemek için aldığı pikabına el koymuştum. Ne çok çalışmıştım tüm dansları öğrenebilmek için, ne çok… Karşı evlerin pencerelerinde başlarını uzatmış bana bakıyordu komşu kadınlar. “Nişley bu oğlan kele?” dercesine birbirlerine bakıyorlardı. “Delirmiş mi yoksa? Vah vah…” Tutmuştum o serçe ayaklarını andıran naif parmaklarını. Beline atmıştım bir elimi de. Sarılmıştım sana. Dönmeye başlamıştık. Coşkumuzu gören arkadaşlar yana çekilmişlerdi. Bizi izliyorlardı sevecen bakışlarla. Dünyanın bütün çalgıları eşlik ediyordu bize. Sonraki doğum günlerinde birlikte olmuştuk hep. Yıllar nasıl da çabucak akıp geçiyordu. Öğretmendik şimdi ikimiz de, ayrı okulda. “Senin çekimi”n beni bırakmıyordu senden. Doyamıyordum seninle olmaya. Seninle geçiyordu günlerimin çoğu. Farklı değildi senin de duyguların davranışların benimkinden. Evlenmeye karar vermiştik. Senin ailen de, benim ailem de istememişti bu evliliği. Direnmiştik. Onca çok gözyaşı dökmüştük ki, yürekleri incelmişti sonunda onların da. Tam yirmi yıl aynı yastığa baş koymuştuk. Dünya güzeli bir kızımızla bir oğlumuz olmuştu. Bu yirmi yıl içine acı tatlı, anılarımız olmuştu… “Sen bizi seviyorsun, bizi seviyorsun, bizi…” deyip durduğuma bakma. Beni seviyorsun aslında. Sevmesen…” diyerek örnekleri çoğaltmıştın mektubunda. Ben de sana söyleyeceğim aynı şeyi. “Sen de beni sevmiştin. Çok sevmiştin hem de beni… Anımsasana, hani 80  Eylülüydü. Birçokları gibi beni de götürmüşlerdi. Nasıl çırpım çırpım çırpınmıştın benim için. Kaç subaya, polise, savcıya, yargıca gözyaşları dökmüştün… Oysa anneler, babalar bile sahip çıkamıyorlardı o sıralarda çocuklarına… Dişi bir kartal gibi çekip almıştın beni ateşten. Sıralamaya kalksaydım benin için yaptığın güzellikleri, sayfalara sığmaz roman olurdu. Sonra oldu olan. Yakandan düşmüştüm. Gazeteye bir yazı gelmişti Alman Başkonsolosluğundan. Hannower’de yapılacak uluslar arası bir semineri izlemek üzere muhabir gönderilmesi isteniyordu. Yaralıydım. Acımı unutmak için uzaklaşmalıydım buralardan. Mal bulmuş mağribi gibi atılmıştım işin üzerine. Kırmamışlardı, beni yollamışlardı seminere. Küçük halamın aynı kentte yaşıyor olması avantajdı benim için. Seminerden sonra da bir süre daha kalabilirdim orada. O bomboş günlerimi yaşarken gelmişti mektubun. Sonunda anlamıştım yanlışımı. Yeniden omuzlarına yük olmaya dönüyordum. İşte yanaşıyordu vapur iskeleye. Birkaç dakika sonra kollarımızda olacaktık birbirimizin. Koşarak, herkesten önce atladım iskeleye. Seni arıyordu telaşlı gözlerim. Yoktun. Az ötede kızımızla oğlumuz gülümseyerek bakıyordu bana. El sallıyorlardı, “Baba!” diye seslenerek… Onlara koştum. Kucaklaştık. “Anneniz!” diye sorum heyecanla. “Anneniz nerede?” İç çektiler. Başlarını önlerine eğdiler. Sesini duyar gibi oldum. Başımı kaldırıp yukarılara baktım. Oradaydın. Beyaz bir düştün, buluttun, buhardın, nefestin. Yaklaştın, yaklaştın… Bir kuş kanat çırpıyordu kirpiklerinde. Uzandım, tutamadım. BİTTİ NOT; Geçtiğimiz haftaki gazetemizin 490. sayısındaki yazının başlığı dizgi hatası nedeniyle yanlış yazılmıştır, doğrusu “ KİRPİKLERİNDE – 1” olacaktır, düzeltir ve okuyuculardan özür dileriz.        

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Fevzi Günenç Arşivi