Kazım Aldoğan
ÖFKE VE KİN’nin ÖLÜMÜ
ÖFKE VE KİN’nin ÖLÜMÜ
KAZIM ALDOĞAN
Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren, rejim krizleri dâhil, her türlü sorunun odağında, dışlayıcılık, ayrımcılık, din ve etnik saiklerle, ötekileştirme tartışmaları hâkim. Uluslaşma refleksinin kendine özgü diyalektiğinde, tarihsel bir realite olsa da, bu ayrımcı ve dışlayıcı de facto’nun tarihsel arka planını hatırlamakta fayda var.
Dışlayıcı ve ayrımcı özellikler gösteren devletler, yerel ve küresel krizlerde, toplumsal hak ve özgürlük taleplerini bertaraf etmek için, güvenlik politikalarını, kendi yurttaşlarına karşı kullanmada oldukça heveslidirler.
Modernizmin 19.yüzyıldan sonra, yeniçağa dayattığı ulus devlet ideolojileri, etno-milli ve merkezi yönetim özellikleri gösteren yapılardı. Demokrasi ve özgürlük taleplerin en çok olduğu devletler de bu özelliklere sahip devletlerdi.
1960’lı yıllardan sonra bütün dünyada neo liberal ve otoriter rejimlere karşı gelişen özgürlük talepleri, ‘’68 olayları’ olarak anılan başkaldırı ve isyanlar ile yeni bir dünya düzeni talebi oluştu. Avrupa ve özellikle Fransa’da büyüyen olaylar bütün dünyayı etkisi altına aldı.
68 Olayları, Türkiye’de de zaten basınç altında tutulan toplumsal değişim dinamiklerini harekete geçirdi. İki ayrı küresel güvenlik konseptinin ayırdığı yeni dünya düzeninde, NATO’yu oluşturan Batı ve Amerikan emperyalizmin bileşenlerinden birisi olan Türkiye, SSCB’nin rejim ithali korkusu nedeniyle yeni bir iç güvenlik politikası ile, sol ve Kürt siyasal muhalefete karşı top yekûn saldırıya geçti.1980 askeri darbesi ile de bu işin sivillere bırakılmayacak kadar ciddi olduğunu, dünya egemen gücü olan Amerikan dostlarına gösterdi.
12 Eylül Askeri cuntanın eliyle iktidara getirilen Özal, ilk yıllarda iktisadi ve siyasi alanda liberal politikalar benimse de, bireysel hak ve özgürlükler konusunda istenilen değişimi gerçekleştiremedi. Cuntanın yaptığı Anayasa ile iktidarını sürdüremedi ve büyük bir ekonomik kriz ile siyasi tarihimizden silindi.
Özal sonrası dönem, Türkiye açısından başta iktisadi ve siyasi krizler olmak üzere her alanda sorunların derinleştiği bir süreç oldu.12 Eylül Darbe Anayasasının değiştirilmesi üzerine siyasi bir uzlaşmanın sağlanamaması ve Türk ekonomisinin yapısal sorunlarının çözülememesi nedeniyle, emek ve orta tabakanın refah düzeyinin hızla bozulması, beraberinde makro toplumsal krizlerin kronik hale gelmesine neden oldu.
Türkiye siyasetinin her toplumsal kriz dönemlerinde başvurduğu çözüm, genellikle güvenlik politikalarının artırılması ve merkezi otoritenin bireysel hak özgürlükleri kısıtlamasıdır.
Her iktidarın ‘devletin bekası’ adıyla kalıcı hale getirdiği bu güvenlikçi politikalar, AKP ve Erdoğan’ın ‘’kişiye özel’’ yeni rejimiyle giderek yeni bir dikta yönetime evrilme endişe taşıyor.
Bu endişe AKP içinde de parçalanmalara yol açtı. İki parti doğuran AKP, Erdoğan’ın tek başına Türkiye’yi çöküşe götürdüğü bir ortamda iki hafta sonra seçime gidecek.
Erdoğan bu seçim kampanyası sürecinde yine bizi şaşırtmadı ve iktidarını sürdürme pahasına, bütün değerler üzerinden, dışlayıcı ve ayrımcı politikasını, yeni üstüne koyduğu argümanlarla sahaya sürdü.
Türkiye siyasi tarihinin geleneksel bir temayülü olan İçişleri ve Adalet bakanlarının istifa etmesi gerekirken, Erdoğan tam tersine bu iki bakan ile o ayrımcı ve dışlayıcı kampanyasını sürdürüyor.
Ancak görünen o ki, Erdoğan’ın toplumsal birlikteliği zehirleyen bu dönemin kapanacağı günlerin sonuna geliyoruz.
Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümü ve Foucault’un insanın ölümü, ilanından sonra, simidi sırada öfkenin ve kin ’in ölümünü ilan etmek var.
Öfke ve kin’nin ölümü belki de Foucault’un insanın ölümü tezini de çürütür.
Bu seçim bu anlamda Türkiye için bir milat olabilir. www.yenicizgihaber.com YENİ ÇİZGİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.