Arif Nacaroğlu

Arif Nacaroğlu

Alçı

  Ortaokulu Bakırköy Ortaokulunda okudum. Şimdi var mı bilmiyorum ama o yıllarda “Elişi” dersimiz vardı. Başka derslerimiz de vardı tabi. Her derse kısık gözlerini üzerimize dikerek ve her sınava “Taşıma suyla değirmen dönmez” diyerek başlayan Türkçe öğretmenimiz namı diğer Sütçü (?) hocamız bu unvanı hakkı ile almıştı. Aslında beden eğitimi öğretmeni olmasına rağmen, ağabeyinin ünlü bir tiyatro oyuncusu olmasından mıdır nedir, matematik derslerimize girip, en ufak hatamızda favorilerimizden çekerek boynumuzun uzun olmasını sağlayan Boralı hocamız korku kaynağımızdı. Öğrenim hayatım boyunca en kötü zamanlarda bile 4 buçuktan 5 ile geçmeyi başardığım halde sadece bir kez onun dersinden ikmale kalmayı becerdiğim tarih hocam, kırmızı saçları, iri küpeleri, kabarık saçları ile halen rüyalarıma girer. Son sınıf öğrencileri deneme amaçlı sigara partilerini okulun hemen arkasında, bir duvar ötemizdeki mezarlıkta gerçekleştirirlerdi. O yıllarda sanki ortaokul öğrencileri daha yaşlı ve iri gibiydiler. Öğlenci olduğumuz yıllarda sabahlarımız, Akıl Hastanesinin havaalanına kadar uzanan ve şimdi bilmem kaçıncı kısım diye beton yığınına döndürülmüş bahçesinde Saka, Florya, İskete avlamakla geçerdi. Ne çok kuşu tutsak ettiğimi ve okul önündeki köle pazarında sattığımı hatırladıkça şimdi utanıyorum doğrusu. Beden Eğitimi öğretmenimizin yeni yaptırdığı basketbol sahasındaki potayı görür görmez Çamlık Mavi Köşe bakkalından aldığımız plastik top ile denediğimiz basketbol kabiliyetimiz rüzgara yenik düşmüş ve başlamadan bitmişti. Yaz aylarında mahalle camilerinde kuran kursuna gitmek yerine, Bülent’in babası Aydın amcanın tamirci dükkanında çıraklık yapmak ve tornadan dökülen metal parçalarını hurdacılara satarak paraya çevirmek daha cazip gelmişti küçük beynimize. Sonradan eski Türkçe kopya çekip, yakalandığında “Vallahi muska hocam” diye kendini savunan Ali Rıza’yı görünce ne büyük hata yaptığımızı anlamıştık kuran kursuna gitmemekle. Derslere olan ilgimiz ilk haftalar mükemmel oluyordu. Yeni defter ve kitapların heyecanı en fazla 3 hafta sürüyor, sonra dersler, hocayı dinlemekten çok kendi aramızdaki bilgi alışverişi ile geçiyordu. Sadece elişi dersinde ciddiydik. Tel ızgara, çubuk makarnadan manzara resmi, kıl testere ile kontraplak oyma, kartondan mimari maket, çivili tezgahta halı dokuma gibi yıl içi ödevlerini tel ızgara hariç başarı ile tamamlamış, tel ızgarayı da Bakırköy balık pazarının hemen bitişiğindeki nalburdan alıp ödevlerin içerisine karıştırarak “Ben yaptım””gibi yapmıştık. Hocamızın bir tel ızgaraya bir bize bakarak susmasının, bu tel ızgarayı yutmadığı anlamına mı geldiğini halen merak ederim. Ama elişi dersindeki en önemli eserimiz alçıdan heykeldi. Gerekli alçı aynı nalburdan elde edilmiş, zeytin yağ da mutfaktan yürütülmüştü. Tek eksik, kalıp olarak kullanılacak bir şeydi ve tek çaremiz ablamın plastik bebeği idi. İzin istesek asla kabul etmeyeceğini bildiğimizden bir Nisan sabahında salondaki masanın altında bebeği diklemesine ikiye ayırmış ve içini zeytinyağı ile yağladıktan sonra dökmüştük alçı hamurunu. “Bebek taşlaşmış” yalanını yutmadığı için kaba yerimizden aldığımız abla darbelerini saymazsak her şey yolunda gitmiş ve elişi dersinden 10’umuzu almıştık. Fetullah Gülen’in alçıdan dökülmüş elini görünce ve o eli öpen öğretim üyelerinin(?), generallerin, iş adamlarının varlığını duyunca aklıma geldi anılarım. İyi ki dedim kendime, iyi ki Aydın amcanın aydınlık tamirci dükkanında geçmiş ilk gençlik yıllarım.      

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Arif Nacaroğlu Arşivi