Arif Nacaroğlu
33a
Yayınlanma:
Güncelleme:
12 Eylül Darbesi yeni yapılmış, her kentin en büyük mülki amiri o kentteki tugay komutanı oluvermişti. Belediye başkanlıklarına yerleşimin büyüklüğüne göre emekli albayından emekli uzatmalı başçavuşuna kadar değişik rütbelerdeki asker eskileri atanmış, bol Arapçalı gerekçelerle birçok çalışanın işine son verilmişti. İşte bu karmaşa ve kara düzen içerisinde okulu bitirmiş, hocamın deyişiyle, zengin olmayı değil asistan olmayı seçmiş ve üniversiteye başvurmuştum. Benimle birlikte başvuran arkadaşlarımın işlemleri 1 haftada tamamlanmış ama benim atamam daha yapılmamıştı. Hocam çağırdı. “Kalk” dedi, “Paşaya gidiyoruz.”
Hocam dekan olduğundan resmi arabayla tugaya gittik. Şahabettin Balkan paşa iki suratlı. Hocama bakınca yumuşak bana bakarken aksi, sert, nemrut.
“İşte” dedi hocam. “Sizin sakıncalı bulduğunuz öğrencim. Ona ben kefilim.”
Aslında bu Şahabettin Paşa’nın öyle kefalet filan anlayacak bir tipi ve vicdanı yoktu ama hocamın babası da eski ve daha kıdemli bir general olduğundan yelkenleri suya indirdi.
Çıktık. Hocam bana baktı. “Bak dedi şu anda asistan olarak göreve başlıyorsun. Bu artık hayatının geri kalanını ölene kadar üniversitede geçireceğin anlamına geliyor. İyi düşün.”
Seçenekler arasında 3 kat fazla maaşla Almanların yaptığı santrallerde çalışmak da vardı ama asistanlığı seçtim. O gün bu gündür hocamın istediği gibi üniversitedeyim. İki dudağı arasından çıkacak bir fısıltıyla benim geleceğimi değiştirme gücüne sahip ve birçok insanın hayatını karartmış Şahabettin Paşa ne oldu acaba?
O karanlık dönemlerde bile yeni mezun bir mühendise ülkenin geleceği için çok önemli insan muamelesi yapan hocalarımız vardı.
Bir de şimdiki duruma bakıyorum. Sayılar o kadar arttı ki, öğrencilerimizi karşımızda birer birey, birer isim, birer renk olarak değil kocaman gri bir kitlenin parçası olarak görüyoruz. Bırakın öğrencileri asistanlarımızla bile doğru dürüst ilişkimiz yok. Sistem onları hırpalarken cesaret edip onlara sahip çıkacak, tepeden gelen saçma sapan kararlara karşı direnecek, itiraz edecek gücümüz yok. Geleceğin öğretim üyesi olacak insanlarını bir kağıt parçası üzerinde bir isim gibi duvardan duvara vurup, geleceklerini güvenceye almadan, yüksek lisans ve doktora çalışmaları bitince kapıya koyacak 50d diye bir şeyi bile icat ettik.
Şimdi bir yanlıştan dönüldü ve 50d’li araştırma görevlilerine, yani çalışması bitince kapıya konacaklara, 33a’ya, yani görece atılması daha zor bir kadroya geçiş hakkı sağlandı. Ama her konuda olduğu gibi bu konuda da adaletsizlik üst noktada. YÖK basitçe “Tüm 50d’liler 33a’ya geçer” diyeceğine bu geçişin şartlarının belirlenmesi işini üniversitelere bıraktı.
Değişik üniversitelerin senato kararlarına bakıyorum. Hiç biri birbirine benzemiyor. Bazısı neredeyse kimlerin geçeceğini, sadece isimlerini yazmadan, kişi bazında belirlemiş. Kimi bu kararı uygulamamak için örneğin “Anabilim Dalındaki 3 hocaya bir 33a’lı” diyerek (aslında tam tersi olmalı) neredeyse kimseye bu geçiş hakkını tanımamış.
Ama hepsinin ortaklaştığı nokta “Cici çocuk olma.”
Herkesin “Cici çocuk” olduğu, kimin neyi ne kadar düşünebileceğinin yukarılardan gelen emirle belirlendiği, aykırı fikir üretilemeyen sistemlerde ne yazık ki ne bilim ne ileri teknoloji gelişiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.