Adı Hüseyin. Suriyeli.
Her iki tarafın da kirli olduğu, ‘özgürlük’ yalanıyla başlatılıp insanları köleleştiren bu savaşın içinde olmamak için kaçmış çoluk, çocuk Türkiye’ye. Alabildiklerini alabilmişler ancak küçük valizlerine bir Esma, üçte çocuk. Esma gelinliğini, düğün ayakkabısını, küçük Ferit ayıcığını. Valizdeki kendi hakkını kızına vermiş hatıra defterini koyabilsin diye.
Onu üzen geride bıraktığı, yıllarca özenle biriktirdiği anıları. Okuduğu okul, sevdiği kızı gizlice izlediği büyük gölgeli, yüksek ağaç, yaşlı babası. Her sabah besmeleyle açıp çocukların nafakasını çıkardığı dükkanı.
Bir koşu mesafede olmasına rağmen bir daha asla dönemeyeceğini düşündüğü vatanı. Dönse bile bir daha bulamayacağı eşleri, dostları. Ege Denizi’nin sularında kaybolan amca oğlu ve onun oğlu.
Ama çalışıyor. Kimseye yük olmamak için her sabah 6’da kalkıp işçi pazarında arkası açık kamyonetleri kovalıyor. Bir tek dişlerine bakmayan işçi tüccarlarının süzen bakışlarına karşı durduğu iri vücuduna güveniyor.
Yevmiye 20 lira. Bir de öğle yemeği. “Şükür” diyor. Babasından öyle öğrenmiş.
“Şükür “.
Hasan’ı lokantaya çırak vermiş kalan artık ekmekler akşam yemeklerine destek olsun diye. “Doktor olacaktı Hasan okuyabilseydi, ama ha doktor ha garson ne fark eder kazandığın helal olduktan sonra.”
Sadece bugünleri değil gelecekleri çalınan çocukların ülkesi Suriye.
Ege’nin umut dalgalı ölüm sularında son bulan hayatlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.