Yaşasın, biz kazandık!

.
İlkokuldayken, her 23 Nisan bayramı dönüşünde başöğretmenimiz bizi bayrak töreninin yapıldığı avluda toplar, müjdeyi verirdi:“Biz kazandık çocuklar!”Törene gitmeden önce, bizim kazanmamız için başımızın onur tribününe kıpırtısız olarak dönük, vücudumuzun dimdik olması, sert adımlarla yürümemiz gerektiği öğretilirdi. Biz de bunu can-ı-gönülden, seve seve yapardık.Sonunda başarımızın ödülünü de alırdık. Başöğretmenimiz müjdeyi verirdi. Hep birden sevinçle çağrışarak zıplar dururduk bizler de:“Yaşasın, bizi kazandık, biz kazandık!”Aradan yıllar geçip, yaşımız ilerledikçe gerçek yüzümüze şamar gibi yapışacaktır. Meğer kazanan sadece biz değilmişiz. Bütün okulların başöğretmenleri, öğrencilerine aynı şeyi söylermiş:“Biz kazandık çocuklar!”Bir seçimi daha geride bıraktık. Sonuçlar iyi kötü belli oldu. Kazanan elbette ki biz değildik. Ama biz kahrolmamanın yöntemini çocukken öğrenmiştik. Bizim kazandığımızı bir biçimde kendimizi inandırarak avunuruz.Evet, bu seçimde de biz kazandık. Biz kim miyiz? Biz gerçek muhalif yazarlarız. Eğer tersi olsaydı, bizim yazı yazmamızın ne hükmü kalırdı ki?Neyse geçelim. Bugünkü asıl konum bu değildi. Hangi biraz da güncelliğe eğilmiş olmak için yazdım yukarıdakileri. Bugünkü asıl konum güllerle ilgili.Büyük dedemin köyündeyim. Adı Sarıt köyümün. Köyümü severim ama üç akrabamdan dolayı daha çok severim. Bunlardan birincisi büyük dedem Mehmet Günenç. Caminin yarısını bölüp okul yapacak kadar ileri görüşlü bir cami hocasıydı o.“Doğrusu Gönenç olmasın?” diye akıllarınca doğrultmaya çalışırlar soyadımızın eğrisini kimileri. Oysa anlamlı bir addır Günenç. Oğuz boylarından birinin adıdır.“Gün” soyadına kimsenin bir şey dediği yok. “Enç” soyadı da kulağa ters gelmiyor. Bakın iki ünlüsü var en azından bu “Enç” soyadının. Birincisi elbette ki “Uzun Çarşı’nın Uluları”nı vdb (ve daha birçoklarını) yazan Mithat Enç. Görmeyen gözleriyle Türkiye insanlarına ne çok kazandırımları var onun.İkincisi ilk bilinçlenme bilgilerimi kendilerine kulak verdiğimin ayırımında olmadan bana veren Osman Enç. Gaziler Caddesine açılan Banka Sokağındaki matbaasında Cenup Gazetesini çıkartırdı. Ben o matbaada çıraktım.Osman Enç’le, arkadaşları hafta sonlarında gazetenin bürosunda toplaşır, söyleşirdi. Konuları genellikle felsefe ya da din olurdu.Sözlüğe baktım, enç “rahat, huzur, erinç” demekmiş. Eh bu durumda benim soyadım Günenç de huzurlu, erinç dolu, rahat gün” anlamına geliyor demek ki.Sarıt’ı bana daha çok sevdiren ikinci kişi dayım Şafık Günenç’ti. Kente göçerek Eblehan’da açtığı bakkal dükkanını işletirdi dayım.Evimizle babamın kitapçı dükkânına giden kestirme yol, onun bakkalının önünde geçerdi. Yolda yolakta okuyarak caka mı satardım yoksa yürüyerek geçen zamanı daha değerlendirmek mi isterdim bilmiyorum, oradan geçenken elimde bir Cumhuriyet gazetesi olurdu genellikle.Bunu gören dayım, sopalı süpürgesini kaptığı gibi: “Senin gibi komünist!” diyerek beni Eyüpoğlu camisine kadar kovalardı.Sonradan Şimdi avukat olan Ercan Kaner gibi gençlerle tanıştı nasılsa dayım. O zamanlar lise öğrencisi olan TİP’li bu gençler bağnazlıktan kurtardılar onu. Kendisinin ezilen halktan biri olduğunu kabullenmesini sağladılar.O günden sonra dayım benden de solcu oldu. Artık sopalı süpürgesiyle kovalamıyordu beni. Durdurup Çetin Altan’ın o günkü Akşam gazetesinde yayınlanan yazısını okutuyordu.Şafık dayım köylülerine zorla ağaç diktirerek Sarıt’ı cennete çevirmeyi sağlamasıyla da çok hayır dua almış birisiydi.Köyüm Sarıt’ı bana daha çok sevdiren üçüncü kişi Ayşe teyzemin oğlu Necip Kılıç’tır. O da kendi kendine edinmeyi başardığı genel kültürüyle söyleştikleri kişileri büyüleyen bir deha idi. Halen de öyledir.Peki ben bütün bunları niçin anlatıyorum? Şunun için: Köyümü son gezdiğimde bir saptamam oldu. Hiçbir evin avlusunda ekili-dikili bir tek çiçek yoktu. Bilemiyorum artık arpa buğday ekip biçmekten çiçeklere sıra mı gelmiyordu yoksa çiçekler karın mı doyurmuyordu?Yaşamın başat gerekliliği sadece karın doyurmak mıydı?Köye karşın kentler özellikle de ilkbahar-yaz aylarında cennete döner. Ben Kavaklıkta oturuyorum. Yürüyüşe çıktığımda sevinçten gözlerim yaşarır. Her yerde bin bir türlü çiçek var.Hele güler, o güller yok mu? İnsanı can evinden vurur. Rengârenk gülleri vardır güzel dünyamızın. Kırmızı gül başattır. Onu pembe katmer gülleri izler. Sayısı çok olmasa da duvak içindeki gelini andıran beyaz güller de vardır.Meraklısı yıllarca uğraşır Halfeti’de karagül yetiştirmeyi başarır. Dün televizyondaki bir dizide izledim. Japonlar da mavi gül üretmeyi başarmışlar.Peki ya sarı gül?Sarıgül Gaziantep’in simgesiydi. Alıp başınızı kırlara açıldığınızda size ilk hoş gelişler eden bunlar olurdu. Acımasız insanlar o güzelim sarı gülleri köklerinden söküp yerine beton diktiler.O betonlu evlerin bahçelerinde sarı güllerden birkaç kök bıraksaydılar kıyamet mi kopardı acaba? Sarı güllerin kendileri, gözlerimizi sel ederek toprağın altına gitti. Kendi gitti, adı kaldı yadigâr.Bugün Gaziantep’te Sarıgüllük diye bir mahalle var ama koca mahallede bir kök sarı güle rastlayamazsınız.Sözü döndürüp dolaştırıp beni sevince boğan buluşmayı anlatacağım. Dün, bir kök sarı gülle karşılaştım. Hiç ummadığım bir yerde çıktı karşıma. “Buldum buldum!” diye bağırmamak için kendimi zor tuttum.Şimdi her gün, kutsal bir yeri ziyaret edercesine, sarı gülün bulunduğu o sokaktan geçiyorum.  

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri