.
Yıllar önceydi. İstanbul henüz Bizans’tan kalma duvarların içi kabul ediliyordu. Merter’e ilk yüksek binalar yapıldığında, “Bu Allahın dağında kim oturacak” diyen babamın sesi kulaklarımda çınlıyor. Onun için İstanbul Sultanahmet demekti. “Nereye giderseniz gidin baktığınızda 6 minareyi göreceksiniz” diye öğütlerdi bizi. Bahçelievler’e, Haramidere’ye sadece piknik yapmak için giderdik. Pereja fabrikasının arkasından kuzeye uzanan yeşil düzlüklerde top oynardık.Sonra bir şey oldu. Sanki görünmez, duyulmaz bir komut tüm Anadolu’ya “İstanbul’a gidin demişti. Surların dışı İstanbul sayılmadığından toprakların çoğu kamunundu. Gelenler Avrupa yakasında Zeytinburnu’yu tercih ediyorlardı. Bu bölgede o zamana göre ciddi sanayi kuruluşları vardı. Bozkurt, Aksu, Akfil gibi Türkiye’nin en büyük tekstil fabrikaları buradaydı. Patronlar memnundu. Yeni gelenler temiz Anadolu insanlarıydılar. Gerçi birkaçı Topkapı Otogarı’nda, Harem İskelesi’nde yedikleri ilk kazıkların tetiklemesiyle biraz uyanmışlardı ama çoğunluk uyumluydu. Toprak işçiliğinden geldiklerinden kaderlerine razı bir yapıları vardı. Evlerini de yapmışlardı. Çoğu derme çatma, 17’lik yağ tenekelerinin kesilip açılmasıyla elde ettikleri sac plakalardandı. Kapılar kasalara küçük, toplama pencereler büyük geliyordu. 5’lik vita tenekeleriyle gül bahçesine çevirmişlerdi etraflarını.Bu rengarenk evlere dalmış giderken trafo değişiminde elektrikleri kesilen trenin “pof”lamasıyla irkilirdik. Eğer günü ise bedavadan seyredilen bir at yarışı, ardından muhteşem kötü kokusuyla akan derecik Bakırköy’e yaklaştığımızın belirtisiydi. Vagondan vagona atlayan satıcılar esas sattıkları eşyanın yanında verdikleri en az 10 eşantiyonla bizi şaşırtırlardı. Birbirlerine saygılıydılar. Bir satıcı susmadan diğeri başlamazdı. Biz genelde kaçak bindiğimizden hep kapı dibinde durur, vagonlara ani giriş yapan bilet kontrolörleri ile kapı kapmaca oynardık. Bazen Bakırköy sahilinde denize girme molası verir, bazen her yazını Florya’daki PTT çadırlı kampında geçiren halamızın yanına giderdik.Karşı taraf bizim için aile büyüklerimizden emekli olanların yaşamaktan çok dinlenmeye çekildiği yerlerdi. Süreyya Plajı’nın suskunluğu ile kıyaslandığında şimdi tam ortasına TOKİ gökdelenleri dikilen Ataköy Plajı tam bir curcunaydı. Gençler denize girmekten çok piyasa yapmaya, oğlanlar alenen kızları, kızlar çaktırmadan oğlanları süzmeye gelirdi. O zamanlar insanlar İstanbul’u değiştirmeden olduğu gibi yaşamaktan hoşlanırlardı. Hani sanki herkes birbirini tanıyormuş gibi gelirdi insana. İstiklal Caddesi’nde atılan üçüncü turdan sonra tanıdıklaşan simalar arasında selamlaşmalar başlardı. Basit ve güzel yaşanırdı İstanbul doyasıya. Yine şimdiki gibi yağardı yağmurlar, yine seller basardı her yeri ama içimizi acıtmazdı o sevgiyle ısıtılmış yoğun ıslanmalar.