Her şey bir futbol maçında başlamıştı. 2000 yılında stadı dolduran binlerce erkek karşı seferleri başlatmış, hep birlikte bağırıyorlardı.“Avrupa, Avrupa duy sesimizi,İşte bu Türklerin ayak sesleri.Türklerle kimse başa çıkamaz…… …. kolla kendini.”50’li yılların sonundan itibaren Anadolu’daki köyünden, henüz orta büyüklükte bir şehir dahi görmeden Almanya’nın Münih Garı’na inip, diş kontrolünden başarıyla geçen atalarımızın bir kısmı can havli ile garın güney çıkışının hemen karşısındaki “Goethe Strasse” de örgütlenmişler, ilk iş olarak kahvehanelerini açmışlardı. Hollanda, Fransa gibi ülkeler, sömürgelerinden gelen siyahi Surinamlıları, kıvırcık saçlı Marokları, Cezayirlileri tanıyorlardı ama, hiç sömürge olmamış, emir almaktan hoşlanmayan, eğlencesini daha çok erkek erkeğe, kadın kadına yapan, kahvehanede mutlaka yüksek sesle konuşup, bir sebepten kavga eden, arkadaşı, arkadaşının eşi, kızı biraz farklı davransa onu, “Almanlaşmak, Hollandalılaşmak”la suçlayan bu Anadolu genci bir garipti Frenk için. Savaştan çıkmış yeni Almanya’nın da ilk yabancılarıydı bizimkiler. Fabrikalarda başlayıp döner dükkanlarıyla gelişen hayatlarıyla çocuklar, torunlar yetiştirdiler bulundukları ülkeler için. Orada yaşıyor, orada çalışıyorlardı ama bir türlü sevememişlerdi yaşadıkları toplumun kurallarını, geleneklerini. Gündüz yüzüne gülen komşu, gece gürültü yapıyor diye polisi çağırıyordu. Arabasını yanlış yere park etse kendisinden “döner” alan Alman’dan, Hollandalıdan yiyordu ilk darbeyi. Kurallar sıkıydı. Hızlı gitse, hatalı sollasa, ceza makbuzu ile fotoğrafı kendinden önce geliyordu evin kapısına. Sınır dışı edilme korkusu şöyle ağız tadıyla kavga etmesini bile engelliyor, bu hevesini yaz tatili için geleceği ülkesine saklıyor, ilk kavgasını sınır girişinde kendi yoldaşıyla sıra kavgasında yapıyordu. Taşla kovaladığı “Anadolu’nun Karabaşı” burada “Herr hund” , “Frau hunde” olmuştu birdenbire. Süslü kadınlar fino köpeklerinin pisliğini ipek mendilleriyle topluyorlardı kaldırımlardan. Frenk de anlayamıyordu olan biteni. ’80’lerin sonunda “Milli Görüş” diye bir şey çıkmış, eskiden kendisine benzeyen kadınların çoğu aynı tip pardesü ve türbanla gruplar halinde gezmeye başlamışlardı. Başlangıçta bir arada yaşayan, aynı kahveyi paylaşan Anadolu, şimdi kahvelerini ayırmış, aynı “Strasse”den, “Gasse”den geçmez olmuşlardı. Başlangıçta ortak birçok yanlarına rağmen şimdi gittikçe uzaklaşan bir grup vardı yaşamlarının ortasında. Ticari ilişkilerinin içerisinde sadece binde 7’lik bir paya sahip Anadolu’dan sesler yükseliyordu oradan buradan, “Hollanda, Almanya duy sesimizi…..Kafamızı bozma. Gereğini yaparız.Ama ekonomik yaptırım uygulamayız.” İşler karışmıştı. Kendi ülkelerinde sağcıları destekleyen Türkler, burada solcuları, yeşilleri destekliyorlardı. “Türk” kelimesi Anadolu’dan gelen insanlar için değil, tek tip giyinen kadınlar, erkek erkeğe kahvehanelerde eğlenen insanlar, aynı saç tıraşlarıyla “Bahnhof” çıkışlarında kümelenmiş Sırp, Bulgar fark etmeden tüm gençler için kullanılır olmaya başlamıştı. Bir de üstüne anavatandan gelen “Duuuuuyyy sesimizi” vardı. Hollandalıda, Alman’da, Avusturyalıda, Fransız’da, Danimarkalıda “Vatan elden gidiyor” telaşı başladı. Ve onlar da “Tek bayrak, tek millet” demeye başladılar sonunda.
Tek bayrak, tek millet
.