Yıllar önceydi. Karayolu ile o dönemde komünist olan Bulgaristan’a girmiş, sınırda polis tarafından elimize tutuşturulan mecburi rotayı takip ederek 30 saat içerisinde terk etmemiz gereken ülkeyi, hiçbir şehrine giremeden ve sadece bir kez durup kupon karşılığı benzin alarak, transit 8 saatte terk ederek şimdi yedi ülkeye bölünen Tito’nun büyük Yugoslavya’sına geçmiştik. Yugoslavya’da yollar mükemmeldi. Niş civarında bol peynirli, domatesli Çopska salatalı yemek molamızın ardından, o zamanlar Türkiye’den vize istemeyen Avusturya sınırına dayandık. Maribor’dan Graz’a geçen sınır kalabalıktı. Yugoslavların ucuz kahve alma telaşı, helal et peşindeki Türkler için hazırlanan kızarmış tavuk kokusuna karışıyordu. Yolculuğumuzun hedefi İngiltere olduğu için Almanlardan sınırda 30 mark karşılığında transit vizelerimizi alacaktık. Kısa bir alışveriş molasından sonra yolumuza devam etmeye hazırlanırken o zaman 10 yaşında olan oğlumun, “Baba para dağıtıyorlar” uyarısıyla kalabalığa katıldık. Yerde Almanca konuşan Slav tipli biri üç kibrit kutusunu kaydırarak bir nohut tanesini hızla kutuların içerisine saklıyor, durunca kalabalıktan biri 100 mark koyup kutuyu kaldırıyor, nohutu görüp 200 markı alıyordu. Kutuyu kaldırma telaşında dayanışma mükemmeldi. Biri kutuyu tutuyor, diğeri buldum koy parayı diyerek yanındakini heyecanlandırıyor, heyecanlanan diğeri 200 mark koyup, 400 markı alıyordu. Bizim oğlan da bu heyecana kapılmış, herkesten önce kutuyu bulup, “Nohut burada” demeye başlamıştı. Kutuları karıştıran sanki hayır kurumu gibiydi. Benzerlerini daha çocuk yaşlarımızda Galata’da, Yüksek kaldırımda, Sirkeci Gar meydanında görmemiş, kulağı bükülmüş karo papazını bilmemiş ve babamızın “İşte bunlar..” diye başlayan öğütlerini dinlememiş olsaydık, cebimizdeki üç, beş yüz markı ikiye katlama hırsına kapılmamız işten bile değildi. Bizim oğlanın “Nohut bunda” ve bizim oyuncudan çok seyirci olma halimiz kısa süre sonra dirseklenerek olay yerinden uzaklaştırılmamıza sebep olmuştu. Biraz sonra kalabalık sanki ışınlanmış gibi yok oldu. Ortada hemşerilerimizden biri “5 bin markımı çarptılar” diye bağırıyordu. Bir yıl boyunca biriktirdiği 5 bin markı ile Türkiye’ye dönerken, bir nohutla bunu 10 bin mark yapmak isteyen Konyalı kardeşimiz “Nohut o kutudaydı. Nasıl yok ettiler nohutu, Polisss” diye çırpınıyordu. Bir zamanlar babamın bana Eminönü meydanında verdiği dersi ben de oğluma ve kızıma Avusturya sınırında verme şansı yakalamıştım. Polis geldi. Belli ki üç kağıtçılar tanıdıktı ve 5 bin markı tek başlarına harcamıyorlardı. Konyalı hemşerimizi saçını, başını yola yola mecburen Opel marka arabasına binip Türkiye’nin yolunu tuttu. İki gün önce bizim başbakanı Avrupa Birliği liderleri arasında gülerken ve sırtı sıvazlanırken görünce aklıma geldi bu anım.
Nohut
.