.
Oldukça pahalıya mal olmuştu bu görkemli baraj. Pek çok değerlerimizi su altına gömmüştü.
Bir zamanlar azgın Fırat’ın sularında yüzen sallarla yapılırdı karşıya geçişler, değiştik, değil mi?Salda saldır ama, öyle hallo-cello bir şey değil. Üstüne kamyon bile yüklenir.Gel zaman git zaman, 1950’li yıllarda zamanın iktidarı buraya modern bir köprü yaptırmaya karar verir.Köprü işi Bireciklileri, Gaziantep’ten gelip Şanlıurfa’ya gidecekleri memnun edecektir ama memnun olmayanlar da olacaktır. Hem de hiç memnun olmayanlar… Eğer Fırat’ın üstüne bir köprü yapılırsa salcıların tekerine taş konmuş olmaz mıydı?Olurdu olurdu da, bu işin bütün suçlusu, inşaatın mühendisi miydi? Çalışmaların başlamasından kısa bir süre sonra salcılar bir gece yarısı zavallı mühendisi öldürürler. Canım mühendisimin ölümünü salcılardan biri üstlenir.Mühendisi öldürdüler de köprünün yapımından vazgeçildi mi? Hayır, aksine daha da hızlandırıldı. Salcıların mahzun bakışları altında Birecik Köprüsü çok geçmeden hizmete hazır hale geldi.***“Şurada bir yerde iyi biri lokanta olacak…” dedim Slo’ya yemeğimizi yiyip sürdürelim yolculuğumuzu.“Yemeğimiz hazır…” dedi yol arkadaşım. Nevale çıkınını açtı. İçinden meyhane pilavı dürümleri çıkarttı. Etli firik pilavı ayransız geçer mi boğazdan. Ayranı da ihmal etmemiş Slo. Havaların sıcaklığı nedeniyle ayranımız ılımıştı ama şimdi kim düşünürdü şimdi ayranın ılıdığını?Dürümlerimizi yiye yiye sürdürdük yolculuğumuzu.Bir süre sonra kendimizi bir tepede bulduk. Burası Barajın seyir yeriydi galiba. Tepenin üzerine kurulan bu yer miniminnacık bir futbol alanını andırıyordu. 50-60 kişiyi alabilecek betondan bir tribünü bile vardı.Kafile halinde gelen turistler, oturdukları yerden dürbünle barajı rahat rahat izlesinler diye yapılmış olmalıydı burası. Yolculuğumuz hafta arasına denk geldiğinden in cin top oynuyordu. Seyirci sadece Slo’yla ben olduk.Manzara gerçekten görkemliydi. Bir yanda denizi andıran koca baraj, öte yanda Zeugma harabeleri. Harabeler sanki “gel gel” ediyordu bize. Onun çağırışına karşı koyamadık. Biraz sonra oradaydık.Ne var ki eski hummalı çalışma yoktu artık. Çıkarılacak tabletler çıkarılmış, kimi müzenin, kimi de zamanın artık en güçlü kişisi kimse onun buyruğuyla bir bilinmeze doğru yola çıkmıştı.Bunları oradaki bir görevliden öğreniyoruz.“Aman ha, kurbanın olayım, aramızda kalsın bunlar. Yoksa çoluk çocuğumun ekmeğine kan doğrarlar.” diyordu görevli.Kaç yıl oldu bu gerçeği duyalı. Sorumlu arkadaşa zarar gelmesin diye kan içtik kızılcık şerbeti diye uzun zaman. Çağın bu benzersiz hırsızlığından kimseye söz etmedik.Tabletlerin çıkarıldığı çukurların yanından geçiyoruz. Solumuz baraj, sağımız bir zamanlar fıstıklık olan tarım alanları. Ölüme karşı direnmiş birkaç fıstık ağacı kalmış. Kırmızı kırmızı da ben’e durmuş fıstıklar. Kopartıp tadına bakmak istiyoruz bir ikisinin ama kıyamıyoruz. İşaret parmağımızla okşamakla yetiniyoruz o kırmızı fıstık salkımlarından birini. Gözlerimizle seviyoruz onları.
SONRAKİ YAZI: ÖLMEDEN GÖRMEK İSTİYORSAN CENNETİ TIK TIK…YAYA KALDIN PTTOsmanlı'da posta işlerini Tatarlar soyundan gelenler yaparmış. Bunların şeflerine de 'tatar ağası' denirmiş. Bir gün bir Tatar ağası Anadolu köylerinden birine varır. Köyün ağaları tatarlara at vermekle yükümlüdür. Tatar ağası at ister ama köyün ağası oralı olmaz. Buna sinirlenen Tatar ağası "Ulan buraya hemen at gelmezse köyünüzün ağanın dinine biner, imanını mahmuzlarım” diye bağırır. Köydeki ağanın hizmetlilerinden biri sırıtır:"İşte şimdi yaya kaldın tatar ağası,” der. “Zira bizim ağada ne din vardır, ne iman."Osmanlı’nın Tatar ağaları tarihte kaldı ama PTT adlı kuruluşumuz onların ruhunu şad etmeyi sürdürüyor maşallah. Zira kadro yetersizliğinden, benim eve 500 metre ilerdeki postaneden Yeni Çizgi gazetesi bir ayda gelemiyor. Varın gerisini siz hesap edin. Bakalım İstanbul’dan Uğurol Barlas kardeşimin yolladığı kitap kaç ayda gelecek?
FEV