Güzel bir bahar sabahına uyandım. Tarla kuşunun şarkıları yerini iğde ve akasya kokularına bırakmıştı. Gelincikler, bir yıl boyunca saklandıkları yerden çıkmış, kısacık kırmızı ömürlerinde beğenilmek için hafif hafif dalgalanıyorlardı. Pencereyi açtım. Gözlerimi kapatıp bebekliğimden beri üzerinde tepindiğim koltuğuma oturdum ve derin bir nefes aldım. 1959 yılının ekim ayıydı. Ben henüz bir yaşına bile basmamış olmama rağmen dönemin başbakanı Menderes ABD’nin Beyaz Sarayı’nın mübarek merdivenlerini benim geleceğimi pazarlamak için tırmanıyordu. 10 yıllık iktidarı döneminde ABD’nin her istediğini yapmasına, 59 sonlarında Karamürsel’e, 54’te İncirlik’e ABD üsleri kurmasına, ülkemizin neredeyse tüm ağır sanayi tesislerini kuran Sovyetlere karşı yeşil kuşağın temellerini atmasına, henüz emekleme çağındaki çocuklara Amerikan süt tozu içirilmesinin alt yapısını hazırlamasına, “Ya bizdensin, ya onlardan” diye kendinden olmayanları hapisha-nelerde çürütmesine rağmen “deliğe süpürülüyor olmanın” telaşına düşmüş, “Başka emirleriniz var mı? Ben hizmette ne kusur ettim? Lütfen bizi öksüz bırakmayın” türünden ricalarda bulunmak üzere ABD’ye gitmişti. Mayıs 1950’de iktidara gelip, Ekim 1950’de Anadolu çocuklarını ABD askeri ölmesin diye Kore’ye göndermiş, Kore’nin yoksul insanlarının üzerine saldırtmış olması bile deliğe süpürülme endişesini hafifletmiyordu. Yandaş basın (O zaman henüz “Havuz basını” terimi daha icat edilmemişti) zafer çığlıkları atıyor, “mübarek”likte Kabe ile Beyaz Saray’ın adresini şaşırıyordu. Aynı basın 1960 darbesinin ertesi günü “dönmüş”, iktidarın yanındaki yerini almıştı. Gözlerimi açtım. 60 yılda irileşmiştim ama halen bebekliğimin koltuğundaydım. Televizyondan gelen Amerikan İngilizcesi sesler, penceremden dışarıya sızan ev sıcaklığına gelen iri sarmanın sesine karışmıştı. Televizyondaki, sesini yükselttikçe, sarman da muhalefetini yükseltiyor, Amerikan İngilizcesiyle sarmanın dedikleri birbirine karışıyordu. Sonra tanıdık bir ses duyuldu. “Çok samimi karşılandık. Trump bizimkinin omzuna dokundu. Bizimki Beyaz Saray’ın kapısında bizzat Başkan tarafından karşılandı. Vücut dilleri çok sıcaktı.” Konuşan, belli ki tarihten ders almış, Beyaz Saray’ın kapısı için “mübarek” tanımını içinden yapmıştı. İçimi bir korku kapladı. Aklıma Kore’nin balta girmemiş ormanları, yoksul Kore köylüsü, Suriye’nin Arabistan’ın sıcak çölleri, zengin toprakların yoksul insanları, puro içen şişman göbekli borsacılar, silah tacirleri, yatlarıyla Akdeniz’de dolaşan zibidi şeyhler, krallar, şiirdeki yılanlar, çıyanlar, engerekler, adiloş bebeler geldi. Deliğe süpürülenler, onların yerine gelip sonra yine deliğe süpürülenler geldi. Pisliği temizleyip kirlendikten sonra kubura atılan tuvalet kağıtları geldi. Onlar deliğe süpürüldükçe hiç deliğe süpürülmeyen, her dönüşte en hızlı dönüp hep kasalarını, ceplerini dolduranlar geldi. Bebekliğimin koltuğunda gözlerimi kapattım. Tarla kuşu şarkısına yeniden başlamıştı. Kuluçkadaki yumurtalarını ürkütmeden, daha sessiz ama umutlu.
Kuluçka
.