İnsanoğlunun, mutlu olabilmesinin en önde gelen koşularından biri, hiç şüphesiz, yaşamı süresince çevresindeki insanlardan sevgi alabilmesi ve onlara bunu verebilmesidir, başka bir ifadeyle sevgiyi yaşamasıdır. İnsan yaşamında önemli bir yere sahip olan sevginin, insanın davranışlarına ve onun ürettiklerine yansıması da doğaldır. Doğa sevgisi olmayan bireylerde insan sevgisinin olması zordur. Tabi bunun tersi de doğrudur insan sevgisi olmayanın doğa sevgisi olması da olası değildir. Toprakla ilişiği olmayan topraktan uzaklaşmanın aynı zamanda insani olarak üretimden uzaklaşmak olduğu kesin. Kendi el emeği ile üretimi olmayanın cömert olması biraz zordur keza kent yaşamında bunu çokça görmekteyiz. Aynı zaman da kent yaşamı insanı insani değerlerden uzaklaştırıp araçsal bir öğe haline getirmektedir. Araç ve kapital güdümlü bir politika malzemesi olması daha basit hale gelmektedir. Bunun sebebi ise kent yaşamında yalnızlaşan insan kendini tabi veya değerli bulabilecek bir ortam arar ve farkında olmadan araç bulmaya çalışırken kendisi araç olur. Kent yaşamında yalnızlaşmanın çözümünü doğa sunamıyor sebebi ise insanın kendisidir. Kentlerde doğa adına bir şey bırakılmamıştır. Bundan dolayıdır ki bize doğadan bahsedilince kır yaşamı aklımıza gelmektedir. Eğer insan toprakla buluşabilirse belki araç olmaktan da kurtulacaktır. Geri dönüş nasıl olur bilinmez ama bu gidiş gidiş değildir. Kent yaşamında olan insanların çoğunun hayalleri bir bahçeye sahip olmaktır. O da nasıl ya bir bostan ya da üç beş keçi ile hayatını idame etmek. Bu durum kent yaşamındaki insanların durumunun ne kadar vazgeçilmez olduğu ile ilgilidir. Ama fark etmeden aslında hayalinde doğanın birinci katili kendisi olduğudur. Bu durum ile ilgili hem Türkiye edebiyatından hem de dünya edebiyatında örnekler çoktur. Bunu en iyi Sait Faik Abasıyanık dile getirmektedir. Dünyanın değişmesiyle birlikte doğanın insanoğlu tarafından katledildiğini, doğadaki hayvanların birer birer çeşitli nedenlerle öldürüldüğünü, bunun ise geleceği teslim edeceğimiz çocukların öldürülmesi anlamına geldiğini önemle dile getirir. Çünkü kendisi doğanın her türlü güzelliğini yaşamıştır. Onun kaygısı çocuklar adınadır.Yine “Hişt hişt!” adlı öyküsünde,“Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir “hişt hişt!”gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları... şeklindedir. Bir bahar günü gezintiye çıkan Andre Gide “Baharı, toprağın kokusunu, tarlalarda otların çiçeklenişini, ırmak üstünde sabah sislerini, sonra çayırlar üstünde akşam buğusunu” içinde hissederek şöyle der: “Sabah gezintilerinde, sık sık, bir yeni varlık duygusunun, sezgimin sevgisinin tadına varıyordum. Doğa sevgisi ile insanın nasıl bütünleşik olduğu verdiğim örneklerde kendini açıkça göstermektedir. Doğanın insanla olan ilişkisi onu yalnızlığından uzaklaştırmakta ve aynı zamanda günümüzdeki kent yaşamının alternatifi olan kır yaşamının önemi ve doğanın önemi bir daha kendini hisettirmekte. Canavarca büyüyen kentleşmeye hayır….
İnsan ve doğa sevgisi
.