.
Çoğu aydın ve yazar arkadaşlarımız Türkiye'nin çok partili sisteme geçtiği 1940 lı yılların sonu için "dönüm noktası!" ifadesini kullanırlar. Eksiği ya da abartıları ile bu tartışılır. Neydi o dönemi farklı kılan? Tabi ki totaliter devlet yapısından, çok partili sisteme geçiş!. Ancak bu, emperyalist kültürel akımların sarhoşa çevirdiği "ümmetçi" toplumun demokrasiyi benimsemesi için yeterli değildi. Çünkü demokrasi için tabandan gelen güçlü bir mücadele olmadığı gibi; padişahlıktan cumhuriyete geçişte de alttan gelen bir dalga olmamıştı. Buna rağmen çok partili sisteme geçiş; ABD'nin isteği doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bunun yanı sıra, ilk din dersleri de okullara aynı dönemde CHP tarafından zorunlu ders olarak getirildi. Ama ne acıdır ki, bu dersin ne alt yapısı vardı, ne de öğretmeni!.. Mustafa Kemal tarafından kapatılmış türbe, tekke ve vakıflardan işsiz kalan cahilleri toplayıp, çocuklara "din dersi" versin diye maaş bağladılar!. O cahil yobazların taze beyinlere "müslümanlık" diye aşıladıkları yanlış hurafa inançlardan da bu gün kendini İslam zanneden, gerçekte ise "İslam dışı" bir toplum meydana geldi!..Çok partili döneme girişle birlikte 1950 yılında Demokrat parti % 52,67, Cumhuriyet Halk Parti ise % 39,45 oy almıştı. Buna rağmen seçim sisteminden dolayı, Demokrat Parti'nin kazandığı 415 sandalyesine karşı CHP sadece 69 sandalye kazana bilmişti! Seçimden Önce Adnan Menderes halka demokrasi, fikir özgürlüğü, iş güvencesi, sendikal ve sosyal haklar gibi güzel vaatlerde bulunmuştu. Ama iktidara gelince ilk işi ezanın Türkçe okunmasını yasaklayıp, verdiği bütün sözlerin tersini yaptı. Açıktan açığa Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanlığı yapmasa da, dini bir silah olarak kullandı. Türkiye'nin 130 ton olan altın stokları kısa sürede 19 tona düştü! Bir darbe ihtimalinden korktuğu için, ordu içinde temizlik yaptı. Bütün halk evlerini kapatıp bunların mal varlıklarına el koydu. Sonrasında daha da ileri gidip, CHP'nin de mal varlığına el koyup her şeyi hazineye devretti. Devlet mallarını satılığa çıkarıp, kendi yakınlarına yok pahasına satmaya kalkıştı!. 1950 yılından itibaren başlayan "solcu" avı hız kesmeden devam etti. Ülkenin neresinde bir solcu varsa yerleri tesbit edilerek polis işkencesine tabi tutulup, sorgusuz sualsiz ceza evlerine kapatıldılar. Ülke genelinde aydın ve sanatçılara karşı "ölüm" avı başladı! Nazım Hikmet yurt dışına kaçarak canını ancak kurtardı! Basın baskı altına alınarak sansür uygulandı. Yapılan yasal düzenlemelerle iktidarı eleştirmek suç kabul edildi.Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi mukayese edildiğinde, Kemal Tahir'in tespiti ile şöyle bir tablo ortaya çıkıyordu; "milletin aydını, okumuşu hep eğemen olmuştu halk üzerinde. Ta ki 1950 lere kadar... 1950 yılı halkın aydını sırtında taşımaktan kurtulduğu yeni bir sürecin başlangıcıdır. Sözde inkılapçıların yerini "kalabalığın temsilcisi olduğunu iddia edenler aldı!" Yani gelenler gidenlerden daha cahil ve deneyimsiz!.." Kemal Tahir tespitinde yerden göğe kadar haklıydı. Çünkü Başbakan Adnan Menderes bile lise mezunu olmadığı gibi; Yassı ada soruşturmasında ilkokul diploması olmayan millet vekilleri dahi vardı! Ama ne yazık ki on yıl boyunca, 1960 darbesine kadar ülke bu bilgi ve donanımdan yoksun kadro tarafından yönetildi!18-24 Nisan 1955 tarihinde Türkiye, Endonezya'da bir konferansa davet edilir. Konferansa katılan ülkeler Amerika, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin hegemonyasına karşı savaşıp bağımsızlığını yeni kazanmış olan Asya, Afrika ülkeleridir. Bu ülkeler Türkiye'yi emperyalizme karşı mücadele veren ilk ülke olarak görmekte hayranlık duymaktadırlar. Türkiye'yi temsilen konferansa katılan F. Rüştü Zorlu çok kötü bir konuşma yapar ve orada bulunan 24 ülke temsilcisini hayal kırıklığına uğratır. F. Rüştü Zorlu, yaptığı konuşmasında bu ülkelere "Amerika ve Avrupa'ya sadık kalmalarını" tavsiye eder. Hindistan Başkanı Nehru ile de gereksiz polemiğe girerek, emperyalizmin tam bir uşağı gibi davranır. Amerika, Adnan Menderes ve ekibinin bilgisizliğinden sonuna kadar faydalanır. Asya ve Ortadoğu'da yapmak istediği her türlü oyunu Menderes aracılığı ile yapar. Türkiye, başta Suriye, Mısır ve Irak olmak üzere İslam ülkeleri ile düşman haline gelir. Amerika'nın istediği de budur ve çare olarak Nato'yu gösterir. Nato'ya girişi büyük bir zafer olarak gören Menderes, kendisinden istenmediği halde Kore savaşına fiilen katılmayı teklif eder ve Türkiye topraklarında Amerikan üslerinin açılmasını önerir! Yapılan gizli ve ikili anlaşmalarla da bu üslerin yetki ve denetimi sadece Amerika'da kalır. İşte bu gizli ve ikili anlaşmalar gereğince de, bu üslerde görevli bir Amerikan askeri suç işlese bile Türk makamlarınca tutuklanıp sorguya çekilemez!.Yani diye biliriz ki; Adnan Menderes ve arkadaşları, 1960 yılına gelindiğinde kendi sonlarını çoktan hazırlamışlardı. Ancak şu var ki; Yassıada yargılamalarında sadece devlet suçu işlemekten, örtülü ödenekten, devlet kaynaklarını çar-çur etmekten yargılanmış ve Ayhan Aydan ile yaşadığı yasak aşk ile de küçük düşürülmeye çalışılıp, kasasından çıkan kadın iç çamaşırının dedikodusu yapılmıştır!. Akp'nin gidişatı ve Tayyip Erdoğan'ın icraatlarına baktığımız zaman da aradaki benzerliklerin bizi şaşırtmaması gerekiyor. Ama Tayyip Erdoğan'ın, izinden yürüdüğü diktatörlerden çok şey öğrendiği de bir gerçektir. İktidar olduğu 12 yıl boyunca bütün kolluk ve kamu binalarında kendi gücünü oluşturdu! Gelecekte kendi saltanatını resmen ilan edecektir. "Şapkayı alıp gitme dönemi geride kaldı!" derken bunu ima ediyordu aslında. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini çok iyi biliyor! Belki seçimle iktidara geldi. Ama seçimle gidecek gibi görünmüyor! Artık halkın gezi eylemleriyle başlayan bütün talepleri kanla bastırılıyor! Umarım bu güzel ülke, başındaki diktatörden bir iç savaş yaşamadan kurtulur.