Geçtiğimiz günlerde 20’ye yakın üniversitede rektörlük seçimleri yapıldı. Özellikle Anadolu’daki az gelişmiş üniversitelerde rektör adayları, projeleri ve seçildikleri takdirde yapacaklarıyla ilgili tanıtım faaliyeti yaparken, alttan alta konuşulan konu, rektör adayının bilimsel kalitesi, becerisi, zeka seviyesi, tecrübesi, bağımsızlığı değil daha çok hangi tarikata, cemaate, şeyhe bağlı olduğuydu. Üniversiteler bölünmüş, kadrolaşmış, belli cemaatler, tarikatlar arasında paylaşılmıştı. Esasen bilime, insan haklarına, özgür düşünceye inanması gereken üniversite hocaları müridi oldukları şeyhlerin piyonu olarak yönetici koltuklarını işgal ettiler. Amaçları kendi yandaşlarını, tarikat, cemaat yoldaşlarını nemalandırmak, halkın birikim ve fedakarlıklarıyla kurulan üniversitenin kaynaklarından faydalandırmaktı. Bu sırada üniversitelerin bilimsel destek kaynağını yöneten, dağıtan benzer şekilde tarikat ve cemaat güçleri arasında özellikle cemaatin ağırlıklı olduğu şekilde bölünmüştü. O zamanların demokrat hocaları, “Cemaat adı verilen bu örgüt özellikle yıkılan Sovyetlerden kalan petrol zengini Asya ülkelerinde sosyalizmin kırıntılarını yok etmek ve bu yeni ülkelerde Amerikan emperyalizmi ile barışık ve kapitalizme hizmet etmeye hazır, İngilizce bilen ve gerektiğinde iş birliği yapacak kuşaklar yetiştirmek için o ülkelerde CIA destekli okullar açmak ve öğrenciler yetiştirmek” olduğunu ısrarla yazıyor, çiziyor, konuşuyorduk. Ama o zamanların devletlileri henüz cemaate FETÖ/PDY değil, hayır işleri yürüten cemaat diyorlardı. “Bizden” dedikleri hocaların projeleri, araştırma önerileri, danışmanlıkları, hakemlikleri sorgusuz sualsiz onaylanır, bu hocalar çok sayıda projelerde görevlendirilerek tatlı bir kazanca kavuşmaları sağlanır, ama demokrat, sosyalist, bağımsız, sadece bilimsel otoriteye karşı sorumluluk taşıyan fikri hür hocaların projeleri saçma sapan nedenlerle kabul edilmez olmuştu. Bu hocalara ne hakemlik, ne proje izleyiciliği veriliyordu. Üniversitelerde yönetim kademesinde bulunmaları da zaten hayal olmuştu. Cemaate, şeyhlere, şıhlara bağlı doçentler, profesörler(?) kendi benzerlerini üretiyor, yeni kadrolara kendi benzerlerini getiriyorlardı. Biat etmeyen hocaların yetiştirdikleri bilim insanları üniversiteden uzaklaştırılıyor, yıldırılıyorlardı. Baskı, fitne, dedikodu hat safhaya ulaşmıştı. Özgür düşüncenin karşısındaki tüm güçler(?) birleşmiş, yaptıkları ittifakla koltuklar bölüşülmüştü. Düşünce ve ifade özgürlüğü isteyen bağımsız, sosyalist, demokrat, cemaat ve tarikat dışında kalan öğretim üyelerine “terör örgütü destekçisi” yalanı ile suçlamalar yapılıyor, bu öğretim üyeleri soruşturmalarla yargılamalarla baskı altına alınıyordu. Oysa cumhuriyeti kuranlar daha ilk yılında Atatürk’ün ağzından, “Efendiler ve ey ulus biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır” demişti. Ve sonunda balon patladı. Silahlanan tarikat son darbeyi vurmak için düğmeye bastı. Darbe başarılı olsaydı bedeli yine daha önceki darbelerde olduğu gibi, her zaman dik durmuş, dönmemiş, aydın, demokrat, sosyalist hocalar ödeyecekti. Aslında tehlike geçmedi. Durumdan fayda üretmeye hevesliler “Onlara rağmen.…” diye başlayan, ötekileştiren nutuklarına daha ilk günden başladılar. Bedeli yine cemaate, şeyhlere değil, demokratlara, solculara, ötekileştirdikleri insanlara ödetmenin ve darbeyi fırsata çevirmenin peşindeler. Yabancı istihbarat görevlisi ajanlar meydanları dolduran kontrolsüz grupların içine gömülüp Alevilerin, Kürtlerin mahallelerine baskın çağrıları yapıyorlar. Darbeyi ve darbe sonrası linç girişimlerini önlemek örgütlü emekçilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına, meslek odalarına, tarikatların arka bahçesine dönmemiş bağımsız siyasi partilere düşüyor.
Darbe ve üniversiteler
.