İnsanlar hep çocuk kalacak değiller ya. Hamit Çe-limli de büyüdü. Göğsümüzü kabartan folklor ekibimizin öğreticisi oldu. Dahası, kendine bir de güzel ek isim bul-du. Mutlu…
Onun adı artık Hamit Mutlu Çelimli. Dilerim yaşamı boyunca hep mutlu olur. .Bizler nedense anne babaları-mızın bize taktığı isimleri kullanmakla yetiniriz.
Hiç birimizin aklına ismimizi kendi seçimimiz olan, daha çok beğeneceğimiz bir isimle değiştirmeyi düşün-meyiz. Hamit yaptı bunu. Aferinliyorum kendisini.
Hamit’le dostluğumuz, yüreğimin en üstlerinde bir yere yerleştirmem, bir gün bana şunları söylemesiyle gerçekleşmişti:
“Fevzi abi, siz ne güzel bir ailesiniz. Bütün kardeşle-rinizle birlikte sen de ananıza anne, babanıza beybaba diyorsunuz.
Hamit bir gün bize özenip babasına beybaba diye seslenecek olur. Vay, sen misin bunu yapan? Yaptığının bedeli, yanağına izi saatlerce silinmeyecek kadar şiddetli bir şamar yemek olacaktır.
“Beybaba neymiş ulan, eşşeoğlusu!”
Sadık Çavuş Sokağındaki Hamitgilin eviyle bizim evin arasında iki-üç ev var. Duvar aşırı komşuyduk desek yakışır.
Hamit’in babası yonucudur. Yonuculuk, biriketle tuğlanın yaygınlaşmadan önceki zamanlarda, evlerin taş-larla yapılmasında kullanılan taşları yontarak düzgün hale getirilmesi işidir yonuculuk.
Adı Muhtar’dır Hamit Mutlu’nun babasının. Muhtar amca sadece duvar taşı yontmazdı. Kapıların üstüne ner-deyse 1,5. metreyi bulan köprü taşları da yontardı.
Benim babam gençliğinde, Akyol’un karşısındaki Kırkayak bahçesinde bulunan sazın müdavimlerindendi.
Bir gün, gece yarısı kafayı iyice dumanlamış, eve dönerken muhtar amcanın kapısında duvara dayandırılmış bir kapı üstü köprü taşı görür.
Bunu ay ışığının yansımasıyla altın sütun amcam bu 50 kiloluk taşı sırtladığı gibi bizim eve getirir.
Bir Yunan söylencesine göre, bazı gözüpek denizci-ler yünleri altından olan koyun postunu ele geçirmek is-terler. Bu amaçla uzak denizlere doğru yol alırlar.
”Babam okumayı seven bir insandı. Ancak çocuklu-ğunda geçirdiği bir göz rahatsızlığı nedeniyle sürekli okuyamazdı. Okuduklarını ise satır ya da sayfa atlatarak geçiştirirdi.
İşte bu Altın Post söylencesi de, belli ki, aklında altın sütun olarak kalmışmış.
Gerçi eski zaman söylencelerinde bir altın sütun da vardır ama o, yunan söylencelerindeki altın post gibi yaygın bir söylence değildir.
Babamın yaşadığı altın sütun olayını bir zaman önce öyküleştirmiştim. Paylaşalm mı?
“ALTIN SÜTUN
Kimi zaman, özellikle de kafasının iyi olduğu gece-lerde, oğlu değil de sanki arkadaşıymışım gibi benime otur uzun uzun söyleşirdi babam.
Mutluluk nedir? Bu soruya da az yanıt aramadı uzun yıllar boyunca babam. Bu söyleşilerin çoğunda sözünü mutluluğun yeni bir yorumunu yaptıktan sonra dalar gi-derdi.
Kimi zaman mutluluğun “bir düş” olduğunu söyleyip dururdu. Bunu açıklamaya çalıştığı arkadaşları gülerlerdi ona.
Sonraları “Mutluluk evdir,” demeye başlamıştı babam. Direği altından olan bir ev. Ama, o altın direk nere-deydi?..
Mutluluğun ne olduğunu aramaktan yoruldu sonunda. “Sarhoşluk arabacılığa benzemez” demeye başladı Zafer Amcam arkadaşlarına.
“İçkiyi kararında içmeyi bileceksin. Yoksa adama sır-tında taş taşıttırır meret...”
Bu söz aslında bir özeleştiriydi. Her söylenişinde hoş hoş gülerdi arkadaşları. Hoş bir öyküsü vardı çünkü o “taş taşıma”na.
Bbamın,o sık sık Kırkayak Sazı’nda eğlenip sarhoşladığı, eve kendinden iyice geçmiş olarak döndüğü gecelerden biridir. Evimizin olduğu Sadık Çavuş Soka-ğı’na girdiğinde dünyanın en mutlu insanıdır o gece. Ne-denini bilemediği bir sevinç vardır içinde.
Dünyayı sırtlayıp taşıyabileceğini düşünmektedir. Sokağa girip daha yirmi otuz adım atmış atmamıştır ki, olduğu yerde kalakalır. Gözlerinin önünde som altından yapılmış bir sütun durmaktadır. Sevgi, mutluluk, şöyle bir yoklar geçer aklını. “İşte buna gereksinimim vardı benim! Ne güzel yaraşır bu sütun bizim sarayımıza!..” Anında karar verir. Bu som altın sütunu çalacaktır.
Belki Periler Padişahının Sarayının sütunuydu o. Bel-ki çalarken yakalanabilir, bin yıllığına bir şişenin içine kapatılabilirdi ama som altın sütun öylesine çekiciydi ki, onu çalmasına hiç bir şey engel olamazdı.
Ay ışığı vurdukça parıl parıl parıldayan sütuna yavaş-ça yaklaşır. Eliyle şöyle bir yoklar onu. Sütunun altın tozları ellerine bulanır. Yüzüne sürer o altın tozlarını. Mutluluk içinde gülümser.
Üstünde terzisinden daha o gün alıp giyindiği yeni elbisesi vardır.
Laciverttir yeni elbisesi. Şimdi bu sütunu taşırken al-tın tozları bulaşacaktır her yanına. Bulaşsın... Altın tozu bu. Kirletmez ki laciverdini. Değerlendirirdi ancak...
Şöyle bir kucaklar sütunu Amcam. Tartılar… Ağırdır ama kaldırabilir. O anda Herkül gibi güçlü olduğunu du-yumsamaktadır.
Bu kez sırtını döner, arkadan kavrayıp yüklenir taşı. Atın Sütun(!) çok geçmeden bizim evimizin kapısındadır.
Getirmesine getirmiştir altın sütunu evimize kadar Amcam ama kendisinde de hal kalmamıştır. Daha içeriye, avluya taşıyacak gücü bulamaz kendinde.
“Burada kalsın...” der. “Sabahleyin alırım artık içeri-ye.” Sonra duraksar. “Böyle değerli bir sütun kapıda bı-rakılabilir mi?.. Ya özge birisi alıp götürürse?..
Yok canım, bu saatten sonra kim görecek de alıp gö-türecek. Hem sabaha erken uyanır onu alırdı içeriye nasıl olsa. Yine de önlemi elden bırakmamak gerekirdi. Bakar-sın birinin geçeceği tutardı.
Geceleyin ya da sabahleyin buradan geçenler “altın sütun”u fark etmesinler diye çıkartır ceketini, örter üstünü onun. Ne kadarcığını örtebilirse... O kadarını da dü-şünmeyi beklemeyin bir sarhoştan artık canım. Ancak bundan sonra erinç içinde girebilir eve.
Amcamın gelişini Yengemle birlikte ben de ayrımsa-dım. Uyku çekiyordu beni ama uyanmak da istiyordum. Ne var ki uyanamıyordum... Tümden uyananamış olsam da duyuyordum konuşmalarını.
“Üstünün başının, yüzünün hali ne böyle Zafer? Ce-ketin nerede?..” diye soruyordu Yengem ona.
“Ceketim?..” Üstüne bakıyor Amcam şaşkın şaşkın. “Ha, hiç önemli değil...” diyor sonra.
“Nasıl önemli değil, yepyeni elbise. Hem de lacivert! En sevdiğin renk. Daha bugün giydin. İlk günden yitirdin mi yoksa?..”
“Yok canım, yitirmedim.”
“Eee?..”
Söylese miydi, söylemese miydi Amcam? Bu gizini sevgili karısıyla bile paylaşıp paylaşamamakta duraksı-yordu. Sonunda onun ısrarlarına dayanamayıp açıkladı.
“Gelirken, sokağın başında ne buldum biliyor musun Zeliş!”
Sorusu hiç de kesişmiyordu kocasının sevinciyle Yengemin.
“Ne bulmuşsun bakalım yine?”
“Altın bir sütun!”
“Ne sütunuymuş, ne altını?"..
“Tam saraylara lâyık bir altın sütun bu Zeliş! Bizim artık o! Kapıya kadar ancak taşıyabildim. Gelip geçenler görüp almasınlar diye üstünü ceketimle örttüm. Bak, sütunun altın tozları pantolonuma da bulaşmış...”
“Yüzüne de…” diye alay etti onunla Annem.
Çok ilginçti bu iş. . Beni sardı. Uykumu yendim. Gözlerimi aralayıp baktım.
“Altın tozu ha!” diye sinirli sinirli güldü Yengem. “Havara taşın tozları desene şuna!”
O yıllarda taştan yapılırdı evleri Gaziantep’in. En çok da havara taş kullanılırdı. Yontulması kolay olduğundan seçilirdi bu sarımtrak taşlar...
“Sen ne anlarsın altından!..” diye Yengemi küçümsedi Amcam. “Altınla havarayı bile birbirinden ayıramazsın...”
İçini çekti Yengem.
“Bir yerlerde unuttum ceketimi desene şuna. Neler uydurup duruyorsun?..” diye homurdandı. Ama üstüne de gitmedi. Amcam soyunmadan yatağa uzandı, sızdı kaldı.
Sabahın erkeninde kapının hızlı hızlı vurulmasıyla uyandık. Tabii ki Yengemle benden başkası değildi uya-nan. Amcam horul horul uyumayı sürdürüyordu. Doku-nan olmazsa daha öğleye kadar da uyurdu.
Yengem gitti kapıyı açmaya. Ben de ardından fırla-dım. Kapıyı vuran komşumuz Yontucu Muhtar Amcaydı.
“Zafer Efendi nerede?” diyordu gülerek.
“Hayırdır?.. diye sordu korkulu korkulu Yengem.
“Hayırdır hayır...” Elindeki havara taşın tozlarına bu-lanarak apak olmuş ceketi gösterdi Muhtar Amca.
“Bu, Zafer efendinin değil mi?
“Evet... Ne olmuş bu cekete böyle?
“Sarhoş kafayla benim dünkü yontumu sırtlayıp bu-raya getirmiş...” diyerek kapının yanında duran sütunu gösterdi Muhtar Amca.
Eğilip baktık. akşam “altın sütun” diye getirdiği yon-tulu taştı kapıdaki.
Ben güldüm. İçini çekti Yengem. Toza bulanmış ce-keti aldı.
“Sağolun komşu...” dedi.
“Selâm söyleyin Zafer Efendiye... dedi yontucu Muhtar Amca. “Eğer böyle bir sütun gerekliyse söylesin, kendisi için de yontarım.”
Bunları söyledikten sonra sütunu sırtlayıp götürdü. Biz de kapıyı kapatıp içeriye girdik.
Uyandığında olanları kendisine anlattık ama ancak geceden yana hiç bir şeyi anımsamıyordu.
Yengemse olanlara inandırmak için ak tozlar içinde kalan takımının lacivert ceketini gösteriyordu Mutluluk neydi gerçekten? Amcamın dediği gibi. Erişilmesi olanaksız uzun bir düş müydü mutluluk?..
Kim bilir belki de gerçekten bir evdi mutluluk. Direği altından olan bir ev… Belki de en iyi sarhoşken görebiliyor gerçekleri insan.
O sarhoş gecede görmüştü belki de gerçeği Amcam. Mutluluğun ev olduğunu görmüştü. Altın direği olan bir ev olduğunu... O yüzden sırtlayıp eve getirmek istemişti o “altın sütun”u.
Ah Şu Bizim Tuhaf AKYOLLULAR” adlı kitabımdan