Bir sonbahar günüydü. Residenzplatz ile Domplatz meydanlarının ortak köşesindeki duvar kenarını dükkana çeviren, yıllar önce Yugoslavya’dan Salzburg’a göç etmiş sokak ressamı arkadaşımla “Ne olacak bu Avusturya’nın” hali türünden bir yandan laflıyor, bir yandan tam karşımızda, bizim adalardaki faytonlara benzer arabaları çeken bakımlı ve besili atları, faytonlarla şehir turu atan çoğu Japon veya Arap turistleri izliyorduk. Meydanda dolaşanların çok azı İgor’un tanesi 15, bilemedin 20 avro olan resimleriyle ilgileniyordu. Yıllar içerisinde meydanın kokusundan işlerin nasıl gideceğini anlama becerisi kazanmış İgor, “Gel” dedi, “Tomaselli’ye gidip bir kahve içelim.” İgor’un tezgahını, para kutusunu, resimlerini meydanda bırakıp, Mozart’ın ayak izlerini takip ederek Tomaselli’de üst kat balkonunda her iki tarafı da gören bir masaya oturduk. Bizim oralarda ortalama bir fabrikanın genel müdürü kıvamındaki garsona birer kahve, önümüze gelen çeşitli pastalardan birer dilim ısmarlayıp “Ne olacak bu memleket” sohbetimize devam ettik. Ama benim aklım İgor’un tezgahında kalmıştı. Dayanamayıp sordum. -İgor sen resimleri, paraları öyle açıkta bırakıp geldin. Birileri alıp gitmesin? İgor yüzüme “Ne dedi şimdi bu” türünden şaşkın baktı. Onun hiç düşünmediği “Çalmak, hırsızlık” gibi şeylerin, tüm ilkokul hayatı “Doğruyum, çalışkanım, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymakla geçirmiş benim gibi birinin aklına gelmiş olmasından çok utanmıştım. Neyse ki kahveler geldi, laf karıştı. Şimdinin “Andımız her sabah ilkokul bahçelerinde okunsun mu, okunmasın mı” tartışması alevlenince hatırladım bu anımı. “Küçüklerimi korumak” diye beş yıl boyunca avazı çıktığı kadar bağırmış çocuk tacizcisi, “Büyüklerimi saymak” saymak diye büyümüş ama metrobüste yer vermemek için uyuyor numarası yapan gencimiz, “Yurdumu çok sevmek” diye belki bin beş yüz kere tekrarlamış ağaç, doğa düşmanı, “Milletimi özümden çok sevmek” diye bağırmaktan her sabah gözleri yaşaran ama arabasındaki beyzbol sopasıyla bir fırsat bulup, milletini dövmek için dolaşan lümpen geldi aklıma. Sonra “Andımızı” kaldıralım diye çırpınan iktidarın sıkı sıkıya sarıldığı “Yükseköğretimin amacı öğrencilerini Atatürk inkılapları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan...” diye devam eden ve bu ilkeleri üniversitelerde okuyan her milletten (Afrikalı, Asyalı, Hıristiyan, Müslüman, dinli, dinsiz) tüm öğrencilere öğretmeye çalışan (?) 12 Eylül’ün 2547 sayılı yasasının 2. bölümü geldi aklıma. Kalktım. Hazır ola geçtim. Gözlerimi kapadım. Andımızı okudum salonun ortasında.
ANDIMIZ
.